Cengiz Güneş’in Essex Üniversitesindeki doktora tezi olan ve İngiltere’de Routledge yayınları tarafından kitaplaştırılan çalışması Eflâ-Barış Yıldırım tarafından Türkçeye Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi adıyla çevrildi. Kitap 1960’tan günümüze Kürtlerin siyasal hareketliliğine yoğunlaşıyor; ancak Güneş, alanyazındaki çalışmalardan farklı olarak bu konuyu tarihsel bilgi aktarımının dışına taşırarak felsefi kavramlarla tartışmaya açıyor. Ernesto Laclau’un “Radikal demokrasi” “tortulaşma” “söylem teorisi” “mit” kullanımlarının ve Antonio Gramsci’nin “organik entelektüel” “hegemonya” gibi kullanımlarının genelde Kürt siyasal aktivizminde, özelde ise PKK hareketinde nereye tekabül ettiğini özgün bir çalışmayla aktarıyor. Özgün bir çalışma dememin nedeni ise müzik, Newroz, kültür etkinlikleri, televizyon ve diğer iletişim kanallarının siyasal hareketlerde sahip olduğu önemin akademik çalışmayla belirlenmesinden kaynaklanıyor.
Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi sekiz bölüm ve bir de sonuç bölümünden oluşuyor; ancak tüm bu bölümler 1960’tan 1980’lerin başlarına kadar olan birden çok Kürt oluşumunun mücadelesine ve 1980’lerden günümüze PKK hareketinin mücadelesine odaklanıyor. Güneş’e göre çağdaş Kürt aydınlarının çok partili hayata geçişinin ardından, önce Kürtlerin kültürel taleplerini ardından siyasal taleplerini dillendirmeye başlamaları ve kendilerine yeni alanlar yaratma çabaları Türk soluyla birlikte hareket ederek gerçekleşmiştir. Güneş şöyle devam ediyor: Ancak Türk solunun Kürtlerin talep ettiği bu hakları dillendirmede kararsız kalmaları Kürtleri kendi siyasi oluşumlarını ve söylemlerini üretmeye zorlamıştır. Örneğin, Musa Anter gibi Türkiye İşçi Partisi içinde yer alan Kürt entelektüellerin amacı Kürt sorununun Türkiye’nin temel sorunu olduğunu parti içinde dillendirmekti. Türk sosyalistler Kürt sorununun sosyalizmle çözüme kavuşacağını öne sürüyorlardı ama Kürt sorunu devrimden sonra çözülmeliydi. (s. 129) Kürt aktivistlerin kendi siyasal arayışları büyük oranda Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) ile başladı ve bunu Kürdistan İşçi Partisi ile Devrimci Demokrat Kültür Dernekleri gibi oluşumlar takip etti. Bu oluşumlar ve sonralarındaki oluşumlar Kürt sorunu çerçevesinde hegemonya kuramadılar ve PKK hareketinin ortaya çıkışına kadar bu bir döngü halinde devam etti. Cengiz Güneş bu durumun nedenini oluşan siyasal oluşumların söylemlerinde arıyor. Kürt entelektüellerin ve DDKO üyelerinin söylemleri Kürtlerin Türk olmadığına yönelikti ve Kürtlerin kökenlerini Ortadoğu’daki antik gruplarla ( Gütiler ile Kardukiler gibi) ilişkilendirmeye çalışıyorlardı. (s. 126) 1970’lerin ortalarından başlayarak söylem şeklini değiştirdi ve “direnişin söylemi” olarak kendine siyasal mecrada yer aradı.
Cengiz Güneş, tezinde PKK hareketinin direniş biçimi olarak sembolleşen Kawa Efsanesinin ve onun bir kutlaması olan Newroz “mit”inin Kürt halkı arasında önemli bir yer edindiğini vurguluyor. 1970’lerin ortalarından itibaren başlayan “ulusal kurtuluş” söylemi, sosyalizm, devrim, sömürge, baskı gibi terimlerle Kürdistan’da işçi sınıfını mücadeleye çağırıyordu. Bu nedenle “ulusal kurtuluş” söylemi Kürtlerin Ortadoğu’da dört devletin sömürgesi altında marjinalleşmesini dile getirerek Kürtlerin varlığını daha belirgin kıldı. PKK bu söylemi halka yayma biçimi olarak özellikle müzik ve yazın alanında yoğun bir şekilde kullandı. İstanbul’da kurulan “Mezopotamya Kültür Merkezi’nin bünyesinde gelişen müzik gruplarının besteleri direnişin sembollerini ezgileştiriyorlardı.” (s. 210) PKK tutsaklarının maruz kaldıkları ve tahayyüllün sınırlarını zorlayan işkenceler, tutsakların bu işkencelere rağmen devlete teslim olmayışı şarkılarla halka iletiliyordu. Bunun yanında bir diğer direniş söylemi ise kendini yakma eylemi olarak belirdi. “Bu, Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesinde bir tıp öğrencisi olan Zekiye Alkan’ın 21 Mart 1990’da kent duvarlarının üzerinde bedenini ateşe vermesiyle birlikte başladı.” (s. 218) 2012 yılı itibariyle de devam eden bu kendini yakma eylemi ve eylemcinin çocuk olması ulusal kurtuluş söyleminin haklılığını halka ispatlıyordu. (01.08.2012 tarihinde Mehmet Yalçın’ın (16) eylemi) Tüm bunlar “ulusal kurtuluş” söylemi çerçevesinde değerlendirildiği zaman devletin Kürt sorunu hakkında söylenecek söz bırakmadığını ve mücadele gerekliliğini vurguluyordu.
Kitaba göre Bir yandan şehirlerde halk hareketi devam ederken diğer yandan gerilla da savaşı devam ettiriyordu. PKK bu iki direnişi birleştirerek ulusal halk ayaklanmasını hedefliyordu. Ne var ki; 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında PKK askeri kayıplar yaşadı ve PKK’nin bu hedefi zora girdi ardından “ulusal kurtuluş” söyleminin yerini demokrasi söylemi aldı. PKK’nin tek taraflı ateşkesler başlatmasıyla demokrasi söylemi güçlenmeye başladı. Belki de PKK’nin başarılı bir hareket olmasının ana nedeni söylemlerini sadece dile getirmekle yetinmemesinden kaynaklanıyordur. PKK’nin tarihsel süreci içerisinde oluşturduğu söylemler hep inşa edilir ve altı iyice doldurulur. PKK demokrasi söylemine geçince Newroz alanını dolduran milyonlarca insan bu söylemi talep etmeye başladı, dolayısıyla gerillanın başlattığı söylemler kısa sürede halkın söylemi oluyordu. Demokrasi söylemi beraberinde yeni dönüşümler getirdi ve cinsiyet eşitliği, çevresel faktörler gibi yeni talepler devreye girdi. Örneğin, PKK’nin kadınları siyaset içinde rol almaya teşvik etmesi, Kürt halkının özgürleşmesinin kadının özgürleşmesiyle mümkün olacağını vurgulaması, barışı anaların getireceğini söylemesi, Kürdistan’da baraj yapımlarına engel olarak demokrasi söylemini genişletmesi kitapta dikkat çeken bir diğer konuyu oluşturuyor.
“Ulusal kurtuluş”un demokrasi söylemine dönüşmesiyle Kürtler tekrar Türk soluyla uzlaşma yoluna giderek meclise parlamenter sokmayı hedefledi. Bu süreç SHP ile uzlaşmayla başlayıp çok uzun sürmedi. SHP Kürt kimlik taleplerini dile getiren vekilleri partiden ihraç edince yeni bir partilileşme ile “legal” mecrada Kürt muhalefeti sesini duyurup giderek güçlenmeye başladı; ancak devletin ve medyanın Kürt vekillere karşı tavrı dışlayıcı oldu. Nihayetinde 1994’te Kürt vekiller hapse atılarak PKK’nin demokrasi söylemi devlet tarafından karşılıksız bırakıldı. Kürtler siyasi arenayı bu şartlar altında olsa bile yine de boşaltmadılar ve yüzde on seçim barajı engelini aşarak bağımsız vekillerle meclise girmeyi hâlâ başarıyorlar. Laclau’nun “radikal demokrasi” kullanımına tekabül eden PKK’nin demokrasi söylemi, başlangıç noktası olan Marksist-Leninist çizgi ile demokrasiyi bir araya getirme çabası olarak açıklanabilir. Yukarıda da söz ettiğim, Cengiz Güneş’in Kürt kadınlarını politik bir güç olarak belirlemesine ek olarak Kürt çocuklarını da ekleyebiliriz. Savaşın ortasında büyüyen Kürt çocukları giderek daha sert politik duruşlar sergilemeye başlıyor. Özellikle duruşlarını güvenlik güçlerine taş atarak ve gerillaya katılma şekliyle sergileyen çocuklar bu duruma yeni bir boyut katarak kendini yakma eylemleriyle de politik arenaya çıkıyorlar. Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi akademik bir çalışma olarak spekülasyonlara yer bırakmadan kavramlar çerçevesinde Kürtlerin mücadelesini okuyucuya aktarıyor. Bu bağlamda Güneş’in kitabı; kimlik mücadelesinin Türkiye sınırlarını aşıp Avrupa’da ve Kürdistan’ın dört parçasında, silahlı ve “legal” olarak sürdürülmesinin orta-yakın tarihini merak eden araştırmacıların başvuracağı kaynakların başında geliyor.
0 yorum:
Yorum Gönder