Doksanların ortaları; ‘magic box’ sayesinde Taş Devri, Körfez Savaşı, Amerikan Güreşi ve şimdi televizyonlarda görmenizin nerdeyse imkânsız olduğu birçok şeyle tanışıyorum. Grup Yorum ’un Cemo’su bile dönüyor ekranda; Hilmi Yarayıcı, Elif Sumru Gürel gencecikler… Sonra bir sabah, magic box’ın karışık video listesinde bir şey başlıyor. Banyo; adamın biri banyo kapısının camını yumrukluyor; kâğıttan gemiler ve kısa saçlı bir kadın. ‘Çağıran bir şeyler var beni uzak şehirlerde’. Şarkı beni seksenlerin ortalarına fırlatıyor, annemin ve babamın sabaha karşı gelen telefonlarıyla ‘kötü hissettiğim’ günlere. O telefonlara cevap veremeyişime; ‘alo’ diyemeyişime. Şarkı ne anlatıyor, ben ne anlıyorum; bilmiyorum. Bildiğim tek şey, büyürken karşılaştığım bu ‘şey’ beni gerçekten duvardan duvara çarpıyor. Ve o kadının adı kazınıyor o sabaha, sonrasına, çok sonrasına: Umay: Çocukların ve hayvanların koruyucusu. Çok şey kırılıyor bir şarkıyla birlikte… Çok şey yerini buluyor…
Bir şekilde büyüyoruz sonra; dinleyerek, okuyarak, merak ederek, hep uzakta, uzağında ama. Olsun, böylesi daha acı.
Ve tabi, güzel ve şüpheli çocukların arasında yerimizi alıyoruz; sevgililerimizin evlerinde, duvarlara ‘orospu kırmızı’ yazıyoruz, sabah olunca çıkıyoruz. Sokaklar uyuduğunda, ayakta kalıp öpüşüyoruz; veda buseleri.. Şimdi de ‘Cevapsız Ağrı’ları kontrol ediyoruz gün boyu…
Şubat 2013, 6.45, Umay Umay, Cevapsız Ağrı. Mayıs 2013, ikinci baskı.
‘ Haydarpaşa garında yakalayabildiğim bir tek tren bile olmadı”
Şiirin ne olduğu üzerine de, ne olmadığı üzerine de tonlarca şey yazılıp çizildi. Onlarca zaman konuşuldu şiir üzerine ve herkes hep bildiğini okudu. Başka türlüsü mümkün değil zaten; biri çıkıp ‘evet bu doğru yazılmış bir şiir’ mi diyecek? Gülünç. Bu noktadan hareketle Umay Umay’ın Cevapsız Ağrısı’nın alışkanlıkları kırma konusunda bizi yeniden kendimize getirdiğini söyleyerek başlayabilirim. Kesilmemiş, akan bir metin/şiir Cevapsız Ağrı. Sonlu şeylerin dünyasında, uzayıp gitmenin insanca olma biçimi. Araya başlıklar, bölümler vesaireler girmeden yazılmış bir uzunluk. Bu uzunluk içinde yine o koruduğumuz sırlarımızın üzerinde dolaşan bir dil kullanıyor Umay Umay. Anlam denen tehlikeyi sezen ama çaresiz kalan sözcüklerle örülü kitap. Hayatımıza, yaşadıklarımıza, biz oluşumuza değiyor, dokunuyor bu yüzden rahatlıkla.
“dışarıdayım aşkım, insanlar çok aç, çok yalnız / ne küstah bir hayat kurmuşuz / ne kadar büyükmüşüz yanılırken bile / bu sokaklarda lanet de işe yaramıyor artık”
Sokağın açık, çıplak ama aynı oradan örtük, içe dönük ilişkilerinin toplumsal olanı pişmanlıklar üzerinden görmesi de ayrıyeten ilginç aslında Umay Umay’ın yazdıklarında. Çünkü yer değiştiren bir suçlama algısı karışıyor araya. Umay Umay’ın içinden geçen sokaklarla, Umay Umay’ın içinden geçtiği sokakların insanları aynı şeyi aynı yerde kaybetmiş gibiler ve bu durum politik olanı aslında indirgeyen bir şey değil, aksine politik olanı yayan, dağıtan bir perspektif. Aslında çok yinelendiği için, gerekli gereksiz parladığı için anlam çoğulluğu tehlikeye giren hüznün kendine yeniden bir ev kurması gibi; güvensiz tuğlalardan fakat sıkıca örülmüş.
“sevişemiyorum / kaybedemiyorum / senin için kurtarılacak bir hayat mı var dışarıda; / çok üşümüş, çok hasta olmuş, kalbi paramparça bir hayat.”
Umay Umay’ın daha önce yazdıklarını okuyanlar anımsayacaklardır; bu algı aşağı yukarı bütün yazdıklarında vardır Umay Umay’ın. Çünkü onun gözünde, görünen o ki, insan parçalandıkça yok olmaktan ziyade, kendi parçaları üzerinden bir başka bütüne varmaya meyillidir. Her şeyin tek anlamı, her anlam için tek bir şeye dönüşür. Böyle yazabilmenin, dışarıyı böyle okumayabilmenin ortak ve altın kuralı da insanı biçimlenebilir olmanın dışına taşımaktır. Tam da burada, örneğin: “çözülerek dolaşıyordum İstanbul sokaklarında / yarım kalan şiiri tamamla / öp beni” der. Bağlamdaki bu oynamalar her zaman ön plandadır Umay Umay’ın yazdıklarında.
“biliyorum şiirin ayakları yok kalkıp gelsin / yeterince uzun kolları da yok sevip okşasın “
İnsan yazdığı şeyin, kendisine aslında ne denli uzak olduğunu ancak böyle anlatabilir herhalde. İnsan yazdığı şeyi ancak bu kadar iyi tanıyabilir; yazılana bahşettiğiniz ayaklar, kollar vesaire dahi sizi yalnız bırakır; uğramaz çoğu zaman size yazdıklarınız; kalkıp gelmezler, arayıp sormazlar. Evden kaçmışlardır bir kere… Hal böyle olduğunda, neden halin böyle olduğu da, bir tanımlama olarak belirir; bu anladığımız andır, ayrımına vardığımız an:
“ sadece “kayıp bir dakikanın dedikodusudur” şiir”
Bu anlar başka türlüde olabilir elbette; yine bir anlama, ayrımına varma anıdır ancak bu defa işin içinde şeylerin muğlaklığı yoktur, insan vardır; bir varış olarak insan:
“ orada / kırmızı kadifenin üzerinde oturuyorsun / elini tutmak için sağır bir kol buldum / anlaşılmaz tabii / kuşlar da anlaşılmazdır / mucize bir ağıt gibi hep yanımda / gözlerine yakıştırdığım”
Bunların dışında Umay Umay’ın yazdıklarına eşlik eden ve gerçekten çok dikkatli dinlediğinizde duyabileceğiniz kadar kısık ama yazılanın kontrolünü sağlayabilecek kadar güçlü olan müzik, gerçekten ilgi çekicidir. Sözcüklerin sağladığı bir müzikal uyum değildir bu; okurun farkında olmadan Umay Umay’ın sesiyle kendine sunduğu garip bir okuma sürecidir. Sesini bildiğiniz, yıllarca dinlediğiniz birinin yazdıklarını okuduğunuzda o ses sizi yazılanın daha da derinine yerleştirir. O kırgın tonu kitabın başından sonuna değin duymak olasıdır.
“oyun oynamayı sevmeyen çocuklarla gökkuşağını arıyorum / sesimin aşkını bırakıyorum dar sokaklarda / dar elbiselerde, daracık çatı katlarında ve kuşlu yatak örtülerinde / hep cam bataklığı / hangi tuzağı böyle / yine ölürcesine sevebileceğim”
Sonuç olarak; kuşku yok ki Umay Umay her hâlükârda zihin açıcı bir isim. Sesi, sözcükleri ve her köşesini çok iyi bildiği hayatla hep ‘aranılan’ biri olacak. Onun ürettikleriyle nefes almak, tutunmak, acıyı, yalnızlığı bastırmak hep önem taşıyacak.
Ve öyleyse son bir dize;
“Kelimelerle sevişenler mahcup çocuklar doğururlar”
0 yorum:
Yorum Gönder