Romancılığımızda son dönemlerde hikayenin üsluptan daha öne çıktığı söylenebilir. Anlatım biçiminin hikâyenin gerisinde kalmasını farklı nedenlerle açıklamak mümkün. Görünen o ki çoksatan olgusunun son yıllarda ülkemizde karşılığını bulmasıyla birlikte revaçta olan konulara eğilen ve hızlı tüketilebilen metinler okuyucuları olduğu kadar yazarları ve yazar adaylarını da cezbediyor. Edebiyatın dönüştürücü gücünün yerini oyalayıcılığa ve müşterek olana dahil olma dürtüsüne bıraktığı böylesi bir ortamda, yazının özünde olan dil işçiliğinin, üslûp arayışının önemlerini kaybettiği görülüyor. Edebiyatı insan ruhunun arkeolojisini yapmak, özde olanı anlamak, haksızlığın ve zulmün karşısında direnmek için bir araç belleyen yazarlar ise her daim olduğu gibi bir vaha etkisi yaratıyor. Bu yazarlar anlattıklarına olduğu kadar biçeme de özen gösterip, her cümlenin üzerinde itinayla sebat ederek ve anlatılarıyla uyumlu bir dilin izini sürmekte direterek gerçek edebiyatın neferliğini üstleniyorlar. Son dönem romancılarımızdan Hüseyin Kıran, Barış Bıçakçı ve Ayhan Geçgin bunlardan birkaçı.
Ayhan Geçgin hayatın içinde anlam bulan, okuyucusuna üstten bakmayan felsefi anlatıları ve her cümlesi üzerinde uzun uzun çalıştığı belli olan metinleriyle tıpkı Barış Bıçakçı gibi kavramların etrafında onlara dokunarak kirletmeden, sömürmeden sakince dolanır. Geçgin’in 2011 yılında yayınlanan Son Adım’da otuzlu yaşlarında İstanbul’da babaannesiyle yaşayan Ali İhsan’nın hikâyesi anlatılır. Şehirde doğmuş ama asla şehirli olamamış Ali İhsan’ın hikâyesi Albert Camus’nun yabancısıyla, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’iyle, Kafka’nın ve Dostoyevski’nin karakteriyle aynı eksende yol alır. Kitabın ilk bölümlerinde bireyin hayat karşısındaki umarsızlığı, kimliğinden ve köklerinden kopmuşluğu neredeyse hikâyesiz ama dolu dolu bir anlatıyla aktarılır. Gerisi edebiyat tutkununun temaşasıdır.
“Para hırsım yok belki, ama başka bir hırsım, isteğim, arzum da yok –ya da öyle diyorsun, gücüm ancak kendimi bir arada tutmaya yetiyor sadece, bugünden bir sonraki günü geçirebilecek gücü bulmaya çalışmaya yetiyor.”
Ali İhsan’ın kafasının içinde dönenler şehrin kalabalığındaki keşmekeşte, bulutların ayrışıp yayılmasında, denizin üstünde tüten buğuda can bulur. Geçgin’in gösterişten uzak, ilmek ilmek işlenmiş ve her şeyden önemlisi diliyle ahenk içindeki anlatımının sinemadaki karşılığı Tarkovsky, Kieślowski ve Nuri Bilge Ceylandır demek yanlış olmaz sanırım. Ali İhsan düşünür, hep kendi içine konuşur. Böylesi “olaysız”, felsefi tınılar taşıyan ağır bir anlatının etrafında konuşlanmış hendeklerden biri olan yeknesaklığa düşmeden yol almak ise gerçek bir hüner işidir. Geçgin Son Adım’da bazı bazı bu hendeklerin yamacına değin sürüklenmesine karşın ustalıkla anlatısını sürdürmeyi beceriyor.
Hiçe indirgenemeyen
Son Adım’ın ilk bölümü diyebileceğimiz 178 sayfalık kısmında anlatılan, İstanbul’a yeni bir hayat kurmak için göçen ailelerin ikinci kuşaktan fertlerinin kentle ve kökleriyle kurdukları ya da kuramadıkları bağdır. Ancak böyle kestirip atmak haksızlık olur, zira Ali İhsan’ın hikâyesi büyük edebiyatcıların anlatılarında olduğu gibi evrenseldir de. Geçgin şehirli olamamış ama kesinlikle “oralı” da olmayan bir uyumsuz adamın yaşadıklarını anlatırken hiçbir yere ait olamama gibi bir membadan katreler damıtıp okuyucusuna sunar. Bu ait olamama mefhumu, Geçgin karakterlerini Barış Bıçakçı’nınkilerden farklı bir yerde konumlandırır. Hüseyin Kıran’ın ve Ayhan Geçgin’in metinlerinin aksine “ev” Barış Bıçakçı’nın hikâyelerinde sığınılacak, içinde kendiyle ve sevdikleriyle bağ kurulabilecek son kaleler olarak belirir. Oysa Kıran’ın karakterleri gibi Geçgin’in Ali İnsan’ı da kendiyle dahi bağ kurmakta zorluk çeker.“Ev, diyorsun kendi kendine, ama bir evim yok. Daha önce ev dediğim de aslında bir tür hücreydi, buradan daha değişik olsa bile öyleydi, bunu hep hissettim. Aslında hiçbir zaman bir evi, kendimi evimde hissedeceğim bir evi hayal edemedim.”
Ali İhsan’ın bakımını yaptığı yarı yatalak babaannesiyle bile bir duygu birliği yoktur. Kısacası Ali İhsan ıssızdır; evde, dışarıda, başkalarıyla beraberken, bir başınayken. Ancak Geçgin’in Son Adım’da kolaycı bir karamsarlığı kendine siper etmediğini de belirtmek gerekir.
Düşündüğü şekilde olmasa da Ali İhsan’ın hayatı babaannenin ölümüyle değişir. Babaannenin vasiyeti gereği ve içten içe bir kopuş, bir yeniden doğuş itkisiyle yaşlı kadını gömmek üzere ecdadının topraklarına, ülkenin doğusuna gider. Bu yolculuğun başlangıcı kitabın ikinci bölümüne giriştir. İkinci bölümde Ali İhsan kendi içinden de ıssız bir coğrafyayla ve oranın insanlarıyla karşılaşır. Bu kendi içindeki çoraklığın cisimleşmiş halidir. Ayhan Geçgin’in bu ikinci bölümle, ilkinde konu edilen varoluşsal kaygıları toplumsal bir yere oturtması edebiyatın zaferlerindendir. Şiddetten, zulümden, yoksulluktan, karanlıktan kaçanların tüm bunları içlerinde taşımaya mahkûm edilişlerinin hikâyesidir anlatılan. Son Adım’da yaşamın felsefi hakikatiyle siyasal hakikati birbirini kirletmeden, zehirlemeden iç içe geçer. Bu anlatıda muktedirin adaletsizliği, yaşatılanların us dışılığı iki cümleye sığabilir.
“Bir neden arayışı kendinde ya da ötekilerde bir suçlu aramaya götürüyor. Ayrıca onlar da sizi bizzat buraya getirerek burada olmaları için kendilerine bir neden yaratmış oluyor.”
Kitabın son kısımlarındaki işkence sahnelerinde ise Ali İhsan, Hüseyin Kıran’ın Resul’üne yarenlik eder. Yaşanan, yaşatılan zulmün anlatıldığı, erkin acımasızlığının ve kirinin ortaya döküldüğü bölümler yer yer beden-bilinç ilişkisinin de sorgulandığı felsefi bir damar bulur. Felsefe ile siyasetin iç içe geçerek birbirini desteklediği ve çoğalttığı bu bölümler kitabı zulmü lanetleyen, işkencelerin ve infazların karanlığını ayan eden bir çığlığa dönüştürür.
Ayhan Geçgin her şeye rağmen karanlık anlatısını edebiyatın dönüştürücü etkisinden direnç dolu bir umut devşirerek sona taşır. Ali İhsan işkencecilerine "Sizin bilmediğiniz bir gerçek var,” der, “İnsan bir hiç değildir… Gerçeği mi istiyorsunuz. İşte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey vardır... Binlerce bedeni parçalasanız bile bu gerçeği asla öğrenemeyeceksiniz.” Edebiyatın içinde de yok edilemez bir şey vardır, gerçek yazının içinde, ne yapılırsa yapılsın hiçe indirgenemeyecek bir şey. Son Adım bize bunu yeniden hatırlatıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder