Evvela bir manzara çizmeye çalışalım: Türkçe yayın dünyasının bilhassa “teori” ile ilgili alanındaki büyük gediklerinden bir tanesinin, bir yazarın düşünce dünyasını belirli bir kontekste oturtamama olduğunu söyleyebiliriz. Her dönemde bir takım düşünürlerin yükselişlerine ve düşüşlerine şahit olunur. Bu biraz yazarın ortaya koyduğu eserle ilgili olmakla birlikte, daha ziyade o eserin, yazıldığı zamanın ruhunu yakalayıp yakalayamadığıyla da alakalıdır. Yükselişte olan yazarları Türkçe yayın dünyası, kendinden büyük ve küçük diğer yayın dünyaları gibi göz ardı edecek değildir, nitekim etmez de. Zira o dönemin düşünce iklimi o yazarı ve eser(ler)ini konuşur; buna kulak tıkamak imkânsızdır. Gedik ise şuradan başlar: bu yazar, tarihin o dönemine nereden gelmiştir? Arş-ı âlâdan inip arzda tecelli mi etmiştir, yoksa o da her dünyevi varlık gibi belirli toplumsal koşulların neticesi midir? Eğer ikinci senaryoyu cevap olarak veriyorsak, yazarın düşünce dünyasını oluşturan, “onu etkileyen” ve çoğunlukla onu önceleyen yazarların tanınmadığı, bilinmediği bir dilde, çağın ruhunu yakalamış yazarı o dile kazandırmak, okuyucuları ne ölçüde çağın düşüncesiyle hemhâl edebilecektir sorusunu da peşinen sormak gerekir.
Bir örnekle durumu daha anlaşılır kılalım. Slavoj Zizek dediğimiz zaman, artık “teoriye” aşina olan okuyucudan tutun literatüre şöyle bir göz gezdiren okuyucuya kadar “arife tarif gerekmez” kabilinden bir aşinalıkla karşı karşıyayız. Ama öyle bir dil düşünün ki, Zizek’in hemen her kitabı o dile çevrilmiş olsa da, onu en çok etkilemiş, onun her nasılsa bu çağın ruhunu yakalamayı başarmasını sağlayan, onu “yapan” öncülleri dilin içerisinde epey güdük kalmış. Hegel’i “Çağatayca” okuma becerisi olanlar epey şanslı olsalar da, Türkçeye mahkum olanlar, ya da mahkumiyet bir kenara, Hegel’i kendi anadil dünyasında kavramak isteyenler, 2013 gibi Hegel’e göre geç bir yılda, Godot’yu bekler gibi, Hegel çevirecek yürekli çevirmenleri ve yayınevlerini hâlâ bekliyorlar. Yine Zizek’ten devam edelim: Kendisinin kavram setine büyük katkısı olan Fransız psikanalist Lacan’ı bilmeyen yoktur. Her iyi Zizek okuyucusunun kendini ifade edecek kadar bir Lacan bilgisi vardır çok şükür. Ne yazık ki, Lacan, henüz birkaç makalesi ve bir küçük kitapçığı dışında Türkçeye kazandırılamamış bir başka yazardır. Bu şeraitte, Zizek bilgimizi de, Zizek yayıncılığımızı da, Zizek üzerinden “çağın ruhu”yla kurduğumuz düşünsel ilişkiyi de sorgulamamız icap eder. Örnekler çoğaltılabilir.
Lefebvre ve Harvey
Bugün çağı yakalayan bir başka “damar”, hiç kuşku yok ki, kent/mekân konusuna vakfedilmiş ve özellikle de politik ekonomiyle, coğrafyayla, siyasetle birlikte kavrulmuş bir teorik hat. Bu hattın ilk akla gelen ismini herhangi bir okuyucuya sorsak, verilecek cevap pek şaşmayacaktır haklı olarak: David Harvey. Zira Harvey, krizin de etkisiyle birlikte, zaten o zamana kadar çoktan hak ettiği itibarı gerek dünyada gerek Türkiye’de misliyle almakta. Ama Harvey’i Harvey yapan neydi ve kimlerdi? İşte, Harvey’i öncelleyen, onu o yapan, büyük ve çağının ötesinde bir isim burada karşımıza çıkıyor: Henri Lefebvre.Elbette Lefebvre’in eserleri yalnızca Harvey’e olan etkisiyle sınırlandırılamaz. Çağının ötesinde dememizin sebebi de biraz bu zaten. Lefebvre, 1970’lerde yazdığı kitaplarla, ve bu kitaplar vasıtasıyla hem sosyal bilim cenahında hem siyasal mücadele cenahında açtığı “alan”la her türlü ilgiyi ve övgüyü hak eden düşünürlerden birisi. Aslında bu zamana dek Lefebvre Türkçede tanınmıyor değildi. Onun çeşitli dönemlerde pedagojik amaçlı yazdığı Marksizm kitapları çeşitli defalar Türkçe okura ulaşmıştı zaten. Fakat Lefebvre’i siyasal-pedagog karakterinin birkaç adım ötesine taşıyıp, onu “devrimci” bir “teorisyen” ve aynı zamanda bilim insanı yapan eserlerine henüz ulaşamamıştı. Lefebvre’in geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık tarafından Selim Sezer çevirisiyle Kentsel Devrim başlığıyla yayınlanan 1970 tarihli La Révolution Urbaine kitabı, bu bahsettiğimiz alanı açan ve bugün Harvey, Manuel Castells (Lefebvre’in Paris Nanterre’de profesör olduğu sırada Castells de aynı yerde genç bir okutmandı ve 1968’de Daniel Cohn-Bendit’e ders veriyordu), Neil Smith (geçtiğimiz yıl vefat etti), Edward Soja (henüz Türkçede “keşfedilmemişlerden”) gibi kent, mekân, eleştirel coğrafya, vs. alanlardaki “büyük” isimlerin yürüdükleri yolu “yapan” kitaplardan bir tanesiydi. Bu anlamda, Kentsel Devrim, düşünce dünyamızın zamanın ruhunu yakalamamıza vesile nevinden epey anlamlı bir katkı olarak görülmelidir en başta.
Toplumun kentleşmesi
Lefebvre, tabii ki, Türkçeye kazandırılması kadar, eserine nüfuz edilmesi de zahmet ve emek gerektiren bir isim. Kentsel Devrim’deki soyutlamalarla Lefebvre’in işaret ettiği somut mücadele alanları arasındaki gidiş gelişler okuyucu için yorucu olacaktır, yine de okuyucu bunun karşılığını alacaktır. Zira dünya epey bir süredir kent ölçeğinde verilen siyasal mücadelelere tanık oluyor ve bunun Türkiye’de de bilhassa kentsel dönüşüm sebebiyle ortaya çıkan direniş ve mücadele örnekleri kapsamında çeşitli “çağı yakalayan çağdaşları” mevcut. Kent, genelgeçer Marksizm yorumunda sermayenin kendini yeniden-ürettiği, üretime değil de mübadeleye ait bir mekân iken, Lefebvre’in de katkılarıyla sermayenin bizatihi zuhur ettiği, hem üretime hem de mübadeleye ait bir mekâna dönüşür. Dolayısıyla, sermaye karşısındaki mücadelenin ölçeği de fabrikayla sınırlı kalmaktan çıkarak sermayenin ölçeği olan kent boyutuna yayılır. Bu da belirli bir tarihsel dönüşümün kapitalist toplumları getirmiş olduğu bir aşamadır.Sanayi devrimi, 19. yüzyılda kapitalizmin gelişimini ivmelendirirken bir yandan da Lefebvre’in ifadesiyle “bir bütün hâlinde toplumun kentleşmesi” olgusuyla da karşı karşıyayızdır. Bu olgu, bugün bizi, David Harvey’in, güzel bir tesadüf sonucu Kentsel Devrim’le aynı zamanda Metis Yayınları tarafından Ayşe Deniz Temiz çevirisiyle Türkçede yayınlanan Asi Şehirler’deki (Rebel Cities) argümanlarına kadar götürmektedir: Yeni bir kentsel hayat pratiğine ilişkin toplumsal taleplerden ve mücadeleden mürekkep olan “şehir hakkı”ndan (droit à la ville ¾ yine bir Lefebvre kavramı), bir bütün olarak kentin “aşağıdakiler tarafından” dönüştürülmesine, yani kentsel devrime... Los Angeles’tan, Paris’e, oradan Londra’ya kadar kapitalist “şehrin”, geleceğin “kentlerine” dönüştürülmesine (ayrımı Lefebvre Kentsel Devrim’de daha detaylı olarak yapmaktadır) yönelik eylemler, mücadeleler, bilhassa ayaklanmalar, çok yakın tarih için konuşacak olursak zaten 1990’lardan beri emarelerini gösteriyordu. Bu türden kalkışmaların bundan sonraki dönemde çok daha sık olacağına dair bir öngörüde bulunmak pek de kahinlik sayılmamalı. Hele ki çağımızda kentin, kapitalist üretim mekanizmasının tam odağında bulunduğu gerçeği hemen her yerde, afişlerde, billboardlarda, televizyonlarda, gazetelerde, vs. gördüğümüz konut projelerinden, haberlere bolca malzeme olan kentsel dönüşüm taarruzundan, “Şehircilik” Bakanlığı’ndan rahatlıkla anlaşılabileceği gibi.
O hâlde, belki de şöyle bitirmeli: Evvela çağımızın ruhunun kontekstini kavramamıza, ardından çağımızın ruhunun (hayaletinin?) ta kendisini yakalamamıza yardımcı olması niyetiyle “Kentsel Devrim”i düşünmeye ve tartışmaya başlamak gerek. Hayırlara vesile.
0 yorum:
Yorum Gönder