İnsanevladı, zaman var olduğundan beri iktidar olma ve erkler üzerinden yaşama isteğiyle dolup taşmıştır. Günümüze gelindiğinde, içgüdülerinden arınıp mantıkla hareket ettiği söylenen hayvan, zamanın başından beri pek bir “radikal” değişim yaşamamıştır. Bugün hala ve inatla, güce sahip olan tarafta yer almanın istenciyle yaşamaktadır.
Nildur Tandaçgüneş’in yazdığı ve “Antikçağ’dan Günümüze Mutluluk Vaadi” altbaşlığı ile yayınlanan Ütopya kitabı, girişte bahsettiğim meselenin tarihsel sürecini inceliyor ve şöyle diyor kitabı için: “./. kültürel kuramların ışığında ideolojik yönüyle siyasi politiğin, edebi yönüyle de sanatsal üretimin çağlar boyu ilgi odağı olmuş bir kavram olmuş ütopyayı mercek altına almakta.”
Bilinen ve kabul gören tanımdan hareketle ütopyayı değerlendiren kitap, meseleyi yalnızca tanımıyla sınırlandırmıyor. Peki nedir bu meselenin tarihsel hacmi ve dolayısıyla yarattıkları ya da bu denli sorulara cevap bulunabilir mi? Açıkçası bu türden yazılarımın öznesi oldu böyle sorular, zira soru(n)lar olmadan cevaplar üzerine konuşmak fazlasıyla hamasi geliyor bana.
Ütopya, tanımıyla ilgili olarak fazlaca yanlış anlaşılmış, ve dolayısıyla da kıyasıya yanlış kurgulanmış bir meseledir. Hem hiçbir yer olan hem de iyi bir yer olanın, gerçek düzlemde var olmasının mümkün olma hali olarak görülse de meselenin özü bunun daha da dışındadır. Bir bakıma çizilen sınırların da ötesindedir. “Olmayan yer” meselesini daha da açmak gerek, zira ütopya olmayan değil, olması istenen yerdir. Herbert George Wells de şöyle anlatıyor;
“Ütopyanın değeri, güncel uygulanabilirliğinde değil, olası bir gelecekle olan ilişkisindedir. Uygulanabilir faydası, arzusuyla bizi mıknatıs gibi çeken bir toplumsal durumu betimlemek üzere şimdiki gerçekliğin üzerinden atlamaktır. Burada ütopyayı güçlü kılan, hayali ve ‘uygulanamaz’ niteliğinin ta kendisidir. Ütopyanın ‘hiçbir yerdeliği de onu aramaya bizi kışkırtmaktadır.”
Tandaçgüneş de bu bakış açısından hareketle, ütopyanın sistematik bir şekilde diyalektiğini ortaya koymuş. Kitabın altbaşlığı da olan “mutluluk vaadi” meselesini de derinlemesine inceliyor. Hıristiyanlık ile birlikte birçok “inananın” etrafında şekillendiği “Binyıl inancı” da ütopyanın, temel bileşenlerinden olarak görülüyor. Hatta ek olarak, Hegel’in “Kendisinin Gerçekleştiren Ruhun Çağı ve Marx’ın Komünist Toplum düşüncelerine ilham kaynağı olan inancın, bu binyıl inancı ile beraber gelen eleştiriler olduğunu söylüyor. “Hıristiyan olmayan ama inanan” bir diğer tarafın da Çin olduğunu söylüyor.
Büyük bir afet ya da felaket sonrası dünyaya barış ve mutluluğun geleceğini öngören inanışın, ütopyayla dirsek temasında olduğu aşikar. Afet ya da felaket olayını biraz açmak gerekiyor. Modern toplumlarda binyılcılık katı doktrinlere yenilmiş olsa da dünyanın felaketler sonrası barış çağrısı ya da ortaklaşma isteği ortada. Ancak coğrafi keşifler sonrası yöntemi görünürde değişen yayılmacı, kolonici anlayışın globalizmden hareketle kendi binyılcı tutumunu görmek gerekiyor. Emperyal güçlerin İran’da olan bir depreme sahip çıkmayıp kendi kolonilerinde, örneğin Fiji’de, oluşan felaketlere sahip çıkıyor oluşu sorunu büyük oranda ortaya koyar. Burada mekana bağlı bir iktidar olgusu ve isteği öne çıkar. Kendi ütopyasında güç sahibi olanın mutluluk ve ortaklaşma istediği fakat erkin dışında kalan yeri “olmayan” olarak görmesi normalden fazlasıdır.
Tandaçgüneş’in de referans aldığı bir makale olan “Küreselleşme Miti”, Yoram Wind ve Susan Douglas’ın bu küresel olan ile merkez arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. En iyi yorumu da Tandaçgüneş’in kendisi yapıyor:
“./. günümüzde ekonomi, iletişim ve teknolojide yaşanan bütünleşme, stratejik pazarlamada da global bir perspektifin benimsenmesini gerekli kılmıştır. Ancak bu bütün dünyada ... bilakis küresel düşünüp yerel davranmak gerekliliğiyle homojen bir toplum yerine, heterojen bir toplumsal yapıya doğru gidildiği savı üzerine yapılanır.”
Bu yorum, ütopyanın nasıl distopyaya evrildiğini, muazzam bir eşitlik ve barıştansa, bütün değer yargılarının terazinin adaletinden uzaklaştırılarak bireyselleştirdiğini ortaya koyuyor. İktidar olanın, kendi gücünün yok sayıldığı yeri görmemesine, kendine ait olanı ise daha güçlü kılarak diğerinin var oluşunu dahi yok etme isteğine doğru evirilmesini gösteriyor. Sistemin inatla ve tekrarla “Benim olmadığım yerde hiç kimse yoktur,” deme cüretine ve despotizmine sahne olan bir tarihten nasıl sağ çıkacağımız ise yine ütopyanın kaderine kalmış durumda. Belki de distopyanın kararına... kim bilir.
http://mylovecello.blogspot.com/2013/05/distopya.html
YanıtlaSil