"Yeni biz söz dizimi lazım Cüneyt bana. Sıkıldım öznenin her zamanki yerinden, gizlenmesinden, saklanmasından. Varlığından ayrı, yokluğundan ayrı. Yüklemler özne olsun, sevmekler dolaşsın caddelerde, “seviştim”ler konuşsun “nefes almıştım”larla, hep birlikte bizi yapsınlar, biz yapsınlar. Eyleyen biz olmayalım. Bir sevişmek gelsin, bütün zamanlarda çeksin bizi, Esra’yla beni. Eylem zamanı geçti, gelmez bir daha; özne de yok zaten."
Yaşadıklarımızın içinde hiç beklemediğimiz bir anda bizi başka farkındalıklara taşıyacak gizli ipuçları vardır. Günlük hayatın sıradanlığı, tekdüzeliği, hücrelerimizin derinliklerine öyle işlemiştir ki farkına varamaz, çoğunlukla gözden kaçırırız bu ipuçlarını. Kimi zaman bir aşk, kimi zaman bir çocuk, kimi zaman da yıldızlı bir gökyüzü vardırır insanı bu farkındalık eşiğine. Kısacık bir an’dır bu. Yol boyunca neleri, kimleri teğet geçtiğimizi fark eder, hayatın hayhuyuna kapılmayacak kadar dışarıdan izleriz kendimizi. Aşk biter, çocuk yürür, yıldızlar bir bir söner. Geriye kalan ise, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı duygusudur, yalnızlıktır.
Behçet Çelik’in Soluk Bir An’ı, kahramanı Taner’in işte bu sıradanlığı durduran bir an yaşamasıyla başlıyor. Taner’i eşikten atlatan ise yanağına değip geçen bir soluktur; Esra’yla, yani karısının en yakın arkadaşıyla yaşadığı kısacık bir an. Zamanın durmasına yol açan kısa, soluk bir an. “Zaman da tam o anda durdu. Bir an. Uzadı sonra, uzadıkça uzadı, daha da uzadı. İkinci bir zaman oldu, akıp giden zamanın yanında – paralel bir zaman. Akmayan, o anda durmuş, orada kalmış ama her daim şimdiki zamana paralel.”
O soluk bir an’la –aşk diyebilir miyiz?- Pandora’nın kutusu açılır ve Taner’in nereye kaldırdığını unuttuğu umutlar, heyecanlar, tutkular, arzular çıkar ortaya.
Taner roman boyunca bazen o kısacık an’da çakılı kalan ikinci zamanda, bazen de akıp giden gerçek zamanda gidip gelir. Birbirinin içine geçen bu iki zaman arasında bocalar. Bocalar, çünkü Taner kendini, dolayısıyla hayatı durmamacasına sorgulayan bir karakterdir. Hareket etmez ama sorgular. Ona göre, ayağına diken batmış birinin hareket ettiğinde canı acıyorsa, durmalıdır, sabit kalmalıdır. O, hayatı yaşamayı değil, balkondan seyretmeyi seçenlerdendir. Başka seçenek de yoktur, hayat böyle bir şeydir, geçer gider. Geçerken avunabildiğin kadar avunmak en iyisidir…
Hayatın içinde bir “yabancı” gibi yaşayan kahramanımız; filizlerini ilk gençliğinde vermiş varoluş sıkıntısını, hayata direnmeden, herkesin gittiği güvenli yollardan yürüyerek bastırmaya çalışan, aksayan durumları -evliliği gibi- kesip atacak taraf olmak istemeyen, içinde belirebilecek olası umuttan alabildiğine kaçan, “şerefli mağlubiyetler çağı”nın en büyük zulmünü kendisine yaşatan bir aktörüdür aslında. “Herkesin yaptığını yapmak güvenliydi; başkalarının adımlarıyla oluşmuş patikadan yürümek, geçip gitmişlerden kalan izleri, onların dağlara taşlara kazınmış, havaya karışıp rüzgârlarla fısıldanır olmuş sözlerini takip etmek, ateş yaktıkları yerde ateş yakıp onların kıvrıldığı gibi kıvrılmak bir kenara, bulmacadaki kesik çizgileri birleştirmek, arada sırada, pek nadiren yoldan çıkmayı hayal edip ürpermek ama çıkmamak, peşi sıra atacağı adımı sağlam tutmak. Yıllar önce verdiği karar buydu. Başka türlü olabileceğine inandığı zamanlar da olmuştu daha gençken ama ilk zorlukta tökezleyince bu karara varmıştı. Herkesin yürüdüğü yoldan yürüyecekti. Daha farklısını yapmak, kafa tutmak herkesin harcı değildi. O hamur yoktu kendisinde.”
Bir kere doğduk, yaşayacağız…
Romanlar, şiirler, müzikler… Taner yalnızlığını bir tek onlarla paylaşır. Şairlerin, yazarların dediklerine kulak verse de bunları hiç bir zaman kendi yaşamına uyarlayamaz. Sorusu da çoktur, cevabı da. Ama cevapları genellikle kitaplardan okumuştur. Emekli olup, sahip olduğu her şeyi arkasında bırakarak bir pansiyona yerleşme düşünü, Selçuk Baran’ın Bir Solgun Adam’ını okumakla yitirdiğinin farkındadır. Yaşamasa da, kitapların ona öğrettiği gibi kaçacağı yerde de aynı havayı soluyup aynı suyu içeceğini bilir.Taner, en gerçek sinyalleri veren “beden”in yol göstericiliğine inanır. Gerçekten de beden değil midir aynı anda hem çocuk, hem yetişkin hem de yaşlı olan? Bize dünyeviliği hatırlatıp “ben buradayım, yaşıyorum” diyen yegâne varlığımız? Yaşadığımız varoluş sıkıntılarından benliğimizi kopararak ayağımızı yere bastıran, yaşadığımızı hissettiren beden. “Sadece bedeni vardı, gerisi kendisinin, birilerinin, ataların, hocaların uydurmasıydı.”
Behçet Çelik, farkındalık cehennemine ilk gençliğinde düşen Taner’i bizlere kelimelerle anlatmakla kalmıyor, aynı cehenneme düşenlere –Tanergillere- bir dost, bir yoldaş gibi tanıştırıyor. Hayatımıza sokuyor. Modern hayatın “bunaltı”sının yaşandığı caddeler, siteler, alışveriş merkezleri, ışıklı tabelalar, binalar arasında “Yalnız değilsiniz, bakın Taner de böyle!” diyor.
Soluk Bir An kusursuz bir Türkçeyle, yazarın öykücülüğünden gelen az ama yoğun anlatımla kaleme alınmış bir roman. Satırlar arasında gezinirken Taner’le birlikte kâh hayatın anlamsızlığını, kâh yaşamanın ne güzel bir şey olduğunu düşünüyoruz. “Sonunda ölüm olan bir varoluş çok da önemli bir şey değildir, olamaz, bu kadar da ciddiye alınmamalı,” diyen Taner, ölümsüzlük ilacının “yaşamakta” olduğunu da söyler bize bir taraftan.
Bir Manifesto…
Romanın sonundaki dört sayfa ise başlı başına -hikâye edilmiş- bir manifesto. Hayatımızda olup bitenlerin başkahramanları, kişiliğimizin, ruhumuzun hamuruna su katıp şekil verenler, rollerini hakkınca yerine getirerek bir bir söz alıyorlar.Behçet Çelik toplumdaki rollerimizle var olduğumuz, her şeyin görünmez iplerle birbirine bağlı olduğu hayatımızda, insanlarla/olaylarla birlikte içimizde aşınıp derinleşen bir çukura, o koskoca boşluğa işaret ediyor. Bir daha durup düşünmemiz için… Mırıldanarak da olsa, Paul Celan’ın dizelerinin ağzımızdan dökülmesi için…
“Penceredeyiz sarmaş dolaş, kendimizi seyrediyoruz sokaktan:
vakt erişti, herkesler bilsin bunu!
Artık çiçek açma zamanıdır taşın,
yüreğinse tedirginlik zamanı.
Zamanıdır, zamanı gelmenin.”
Taner’in bütün hayatını baştanbaşa sorgulamasına neden olan Esra’ya duyduğu aşk
-bir daha soralım, aşk diyebilir miyiz?- ne mi oluyor? Kitabı okumayanların hevesini kaçırmayalım. Sadece bir ipucu: Onun akıbeti de başlangıcı gibi yine kısacık, soluk bir an’da gizli.
0 yorum:
Yorum Gönder