Ben küçük bir kız çocuğuyken, video hayatlarımıza yeni girmişti. Büyükler kadar, küçüklere de hitap ediyordu, VHS kasetlerde uyarlanmış masalları izleyebiliyorduk. Bir tanesi de -tahmin edebileceğiniz gibi- bir Sindrella uyarlamasıydı. Belli sahneler aklımda canlılığını hâlâ koruyor: Masalın sonunda Sindrella’nın kim olduğunu bulmak isteyen Prens’in hizmetkârları Sindrella’nın üvey annesi ve kardeşleri ile beraber yaşadığı eve geliyorlardı. Sindrella’nın meşhur camdan ayakkabısını evdekilere denetmekti amaç; küçücük ayakkabının ayaklarına olmayacağını bilen üvey kız kardeşler içinse yapılacak belliydi. Büyük ve keskin bir bıçakla ayaklarının fazlalıklarını kesmek! Burada bittiğini sanıp da rahatlamayın, ayaklar kesiliyor ve üvey kardeşlerden biri ayakkabıyı giyiyordu. Ayakkabı ayağına tam oluyor, işler yolunda gibi gözüküyordu. Ta ki ayaklarından kanlar sızmaya başlayana kadar… İşin tuhafı, şu an sizi okurken dehşete düşüren bu sahneler, masalın içinde ‘normal bir şekilde’ akıp gidiyordu. Peki, kadınların başlarına gelenler nasıl bu kadar normal olabiliyordu?
Melek Özlem Sezer, “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet” isimli çalışmasını tam da bu soru üzerinden kuruyor. Nasıl oluyor da, dans eden sihirli ayakkabılarının verdiği azaptan kurtulmak için ayaklarını kestiren küçük kız Karin’in ya da kötü kalpli kurt tarafından önce yenen, sonra avcı tarafından kurdun karnı yarılmak suretiyle dışarı çıkartılan Kırmızı Başlıklı Kız’ın masalını dinlerken kanımız donmuyor? Sezer’e göre, bunun çeşitli nedenleri var. Bir tanesi evrensel bilinçaltında masalın, simgelerin kendilerine yer bulması ve dinleyenler tarafından anlaşılır olması. Bunun bir örneğine dişilik ve annelik üzerinden kendini üreten arkaik kadın korkusunun masallarda yer alan simgelerinde rastlıyoruz. Masalların dehşetiyle beraber sürüp gitmesinin bir diğer nedeniyse, zamanımızın toplumsal kodları ile uyumlu olması. Zira masalların yazarın deyişiyle bir “hayal disiplini” olarak tanımlanmasının yanında, masalların hâkim kodları onaylayarak düzeni korumaya yönelik çabasını da göz ardı etmek mümkün değil. Belki de bu ikili hali, gelgitli doğası masalları bunca ilginç kılan. Bir taraftan özgürleştirici, düşünmenin ve hayal etmenin önünü açan, diğer taraftansa disipline edici, kontrol eden, sınırlayan masallar. Bir tarafı neredeyse değişmez kalan, hep belirli ortak temalar etrafında dönen, diğer tarafı değişen, dönüşen, zamanın toplumsal koşullarına uygun unsurları içererek ruhunu yenileyen masallar. İyi, kötü, doğru ve yanlışı iktidarın kodlarına göre öğreten klasik, ehlileşmiş masallar, öte yandan “karşı”, “yenilikçi/devrimci”, “aykırı” masallar ya da kocakarı masalları üretip geleneksel kodları tersyüz eden, kendi kuyusunu kazan masallar.
Yazar, masalların bu ikili halini toplumsal cinsiyet bağlamında ele alıyor. Ortak temalardan bahsederken, en çok cinsiyetçi masalların kemikleşmiş olduğunun altını çiziyor. Çalışmanın “İlk öpüşme ve erginlenme törenleri”, “Yuvadan ayrılmanın anlamı” ya da “Kahramanlık miti ve kadınlar”, “Evlilik” gibi alt başlıklarında masal mühendisliğinin hayrete düşüren tekrarlarına tanık oluyoruz: kadınlar ya öpüldüklerinin farkında değiller, ya da canavarları/hayvanları öpmek zorunda kalıyorlar. Yuvadan ayrılarak kendi iktidarını kuran erkek, kahramanlığını kanıtlıyor ama kadın asla kendi isteği ile evden ayrılmıyor, ya üvey anne onu evden atıyor, ya kaçırılıyor, zor durumlara düşüyor ve haliyle kurtarılıyor, korunuyor. Diğer yandan kadın kahraman olmanın ciddi koşulları var: hikâyede erkek evladı olmayan yaşlı bir baba varsa, erkek elbiseleri içinde bir kadın kahraman belirebiliyor, ta ki aşkıyla karşılaşıp evcilleşinceye kadar. Masalın sonu mutlaka evlilikle bitiyor. Yazarın evliliği her derdin devası olarak tanımlaması boşuna değil. Bu arada üvey anne ve kardeşler yerden yere vurulur, yamyamlık (gerçek anlamda) yapar, yasak arzuların peşinde cinselliklerini istedikleri gibi yaşar ve öz babaya çocuklarını öldürtürken, saf ve masum güzel bütün sessizliği/dilsizliği, başına geleni kabullenişi ve çilekeşliği ama sonunda hep kazanması ile genç zihinlere kazınıyor. Tekrar tekrar. Yazarın dikkat çektiği önemli bir istisnayı atlamayalım: Öz anneye pek toz kondurulmuyor. Bunca kadın nefreti içinde yara almadan sıyrılan neredeyse tek kadınlık hali.
Yukarıda bahsedilen türden ortak temalar, kabul gören ve reddedilen kadınlık ve erkeklik rollerine ilişkin çarpıcı örnekler sunsa da, yazara göre modernleşme sürecinde kadının değişen toplumsal pozisyonu masalın ikili doğasını, barındırdığı çelişkili hali daha da besliyor. Örneğin masalın “güzellik ve baht” ile ilgili geleneksel önermesi “evlilik ödülü” iken, kadının kamusallaşması ve dışarıya çıkması ile bu türden içeriye/özel alana dair ödüllerin masalda bir iç çatışma yaratmasından bahsediyor. Yazar bu durumu iki kategori/kadın tipi ile anlatıyor: bağımlı kadın ve bağımsız kadın. Tahmin edileceği gibi bağımlı kadın daha çok özel alanda var olan ve “geleneksel” bir yaşantı süren ev kadını tipini temsil ederken, bağımsız kadın yazarın tanımıyla “kendinden emin, iddialı, geleneksel yaşantıyı andıran her şeye alayla bakan, hatta hor gören, hovarda” kadınları temsil eder. Bağımsız kadın eğitimli ve kariyer sahibi kadındır. Lakin kendi öz niteliklerini geliştiren bağımsız kadın yalnızlığa mahkûmdur, çünkü “ortalama/sıradan” erkeğin “bağımlı kadın arzusu” sıklıkla daha baskın çıkar. Bağımsız kadın, kendi içinde de çelişkiye düşmektedir; zira yazarın “çağdaş kadının bağımsızlık korkusu” olarak adlandırdığı duruma, bağımsız kadının içindeki bağımlı kadın sebep olur.
Diğer yandan “Bugünün kadını/erkeği” şeklinde yapılan yuvarlak analizler, tuhaf bir çelişkiye düşüyor sanki. İki uç pozisyona yerleştirilen kadınlık halleri, kendi içinde öngörülmeyen bir hiyerarşi yaratıyor. Bağımlı kadın ve yaşadığı hayat adı üstünde “bağımlı” olarak tanımlarken, “bağımsız” olanın kendini gerçekleştirmek adına fersah fersah yol gittiğini düşünüyoruz. Bağımsız kadın, bağımlı kadına bir noktada örnek teşkil ediyor sanki. Hâlbuki biliyoruz ki, asıl mesele mücadeleyse, bağımlı kadınlar gündelik hayatlarının o ellerini kollarını bağlayan koşulları içerisinde de direniyor, kendilerine alan açıyorlar. Ayrıca, piyasanın kıyıcı ve sömürücü ilişkilerine bağımlı olan bağımsız kadının bağımsızlığını neye göre tanımlayacağız? Amacım kadınlık hallerinin farklılıklarını silmek değil fakat daha kapsayıcı, kategorileştirmeyen bir feminist bakış açısına ihtiyaç, bu çalışmada kendini hissettiriyor. Bağımlı da olsa kadının özne pozisyonunu veya özne pozisyonu potansiyelini göz ardı etmek, bizi bağımlı kadınların bağımsız kadınlar tarafından kurtarıldığı yeni bir masala götürebilir. Oysaki bir kahramana ihtiyacımız yok! Çünkü kendi masalımızı kendimiz yazabiliriz. Sadece masallarımızı yazmaya çalışırken yan yana durmayı öğrenebilelim, yeter.
0 yorum:
Yorum Gönder