“Uzun uzun yürüyelim,” dedi.
“Gerçi bana hava hoş. Yorulmuyorum artık. Sen sever misin?”
İnsanın bu dünyada ablası olmalı. Hatta o, kardeşi olduğunu bilmese de, uzaktan onu sevdiğini, onun için endişelendiğini bilmese de ablası olmalı insanın. Misal benim Feride Ablam vardı. Onu bir evde vurmuşlardı. Herkes ölecek diyordu. Ölmedi. Dört duvar arasında sardunyalar yetiştirmiş. Yağmur suyunu biriktirmiş havalandırmada. Sonra topuklarını ovmuş onla.
Misal benim Feride Ablam çıktı içeriden. İş vermediler ona. Kara kara baktılar uzaktan. O da çorap ördü. Çocuklara matematik öğretti. Dışarıdan bitirdi okulunu. Annesinin sardunyalarını suladı.
Arkadaşları bir ilan bile vermediler arkasından. Kanserin de en hızlısı varmış meğer. Ama ben onu uzaktan hep sevmiştim. Akşamları iş dönüşü bezgin oluyordu misal. Şimdi o da yorulmuyor artık.
Feride Abla yorulmuyor, Sevgi Abla da yorulmuyor.
“Yürümek benim işim Sevgi Abla,” dedim.
Ertuğrul Kapısında buluştuk.
Siz ODTÜ’nün bu kapısını biliyor musunuz? Peki, Ayşe Teyzeyi biliyor musunuz? Ertuğrul Karakaya’nın annesi. Zamanı gelince çilek reçeli yapardı. Sonra tarhana keserlerdi konu komşu. Biber, patlıcan kurutmayı en çok severdi ama. Şimdi yapamıyor. Çünkü gözleri kör oldu. Ertuğrul’a ağlamaktan. Annelerin acısını bilse insan; yani etinde bir saniye hissetse, kimse kimsenin canını yakmaz. Kimse haksızlık yapmaz. Feride Ablanın annesi de sağ. Gördes’te bahçeli bir evde, yağmur altında büyüyor şimdi.
“Sevgi Abla,” dedim.
“Üzüyor muyum ya seni, bunları anlatıp duruyorum.”
“Yürüyelim,” dedi.
“Uzun uzun yürüyelim.”
Kapıdan geçtik. İki yanımız orman. Saksağanlar, kargalar. Derdi günü karın doyurmak herkesin işte. Bir kuru cevizin başında efeleniyorlar birbirlerine.
Yurtlara doğru yürüdük.
“Abla,” dedim.
“Nasıl ölüyor insan? Son anda nasıl vazgeçiyor nefesin senden?”
Baktı yüzüme. Güldü.
“Bunları anlatmama izin yok,” dedi.
“İnsan garip varlık. Yaşarken sürekli nasıl öleceğini düşünüyor.”
“Sonra peki,” dedim.
“Sonrası iyilik güzellik işte. Suyun öte yanından bakmak gibi. Ne ağrı, ne sızı. Önce sizden gelen uğultulu seslere alışmak zor oluyor. Tanıdık kokular sızıyor bazen. Gerçi o kıvamlı sıvı süzüyor bir sürü şeyi ama yine de geliyorlar. Duyu denilen şey bitse de hatırlama kalıyor geriye. O en güçlüsü çünkü. Anıların kodları zamanın en derinlerine işleniyor. Mesela ekmeğin kokusu değil ama ekmek kokusuyla ilgili anılar geri geliyor. Pankart sesleri, açılıp kapanan demir kapılar, sehpaya çıkan arkadaşlar, Pazar kahvaltısındaki ayva reçeli, eski cezvede kaynayan yumurta, rüzgârda kuruyan nevresimler, ipte unutulmuş mandalların kararması… İşte hepsi aniden geri geliyor. Ama onları tutamıyorsun da. Eski sandık kokusu gibi işte.”
Yurtları geçtik. Gözleri eski patikada. Yalıncak yoluna döndük. Güzel dere kesti yolumuzu. Kar suyu şimdiden çıkmış yola anlaşılan.
“Peki, üzülmek var mı orada,” diyorum.
“Derdimiz acıdan kaçmak değil mi?” diye gülümsedi.
“Üzülmüyoruz, acıkmıyoruz, âşık olmuyoruz ama bütün bunların anıları sızıyor. Buna çare bulamamışlar. Ya da böyle olsun istenmiş. Ama yaşamaktan daha zor değil onu söyleyeyim. Hayal kırıklığı yok mesela burada. Başarısız oldum derdi, işsizim kaygısı… Yani yaşamayı çok da büyütmemek lazım. Ama iyi anılar bırakmak şart bak bunu sana diyeyim. Mümkün olduğunca iyi izler bırak ardında. Sonra onların esintisi geliyor. Hissedemesen de ferahladığın anları görüyorsun yeniden yeniden.”
“Daha gidelim mi,” dedim.
“Yürüyelim, yürüyelim. Mümkünse hiç durmayalım. Geçtiğim bütün sokakları görüyorum şimdi,” dedi.
0 yorum:
Yorum Gönder