Gaston Bachelard, Düşlemenin Poetikası adlı kitabında, hayal gücünün, “kendine yaraşan dünyayı keşfeden bir ruha tanıklık ettiğini” söyler (2012:18). Bachelard’ın bu tespiti, hem Ernst Theodor Amadeus Hoffmann, hem de Hermann Hesse’nin harikulâde masallarının esin şelâlesinin fenomenolojik coğrafyası hakkında bizlere önemli ipuçları sunar. Bachelard, bu coğrafyanın iklimine dair şunları ekler; “Gerçek bir dünya karşısında insan…dünyanın olumsuzluğuna teslim olur, dünya…insanca olanın yokluğu olup çıkar. Gerçeğe ilişkin işlevimizin gerekleri, kendimizi gerçeğe uyarlamak zorunda bırakır bizi, kendimizi bir gerçeklik olarak kurmak…zorunda kalırız. Ama düş-kurma, kendi özü gereği, gerçeğin işlevinden kurtarmaz mı bizi?...hayal-gücü yoluyla güven dünyasına, güvenen varlığın dünyasına, düşlemenin kendi dünyasına geri döneriz” (2012:15-16).
Alman Romantizminin öne çıkan temsilcilerinden E.T.A. Hoffmann’ın (1776-1822) masalların estetik ve siyasal potansiyellerine yönelik en dahiyane katkıyı yapmış olan masallarının, Napolyon Savaşları’nın sonunda, kapitalist piyasa koşullarının katı olan herşeyi buharlaştığı bir dönemde kaleme alınmış olması, Bachelard’ın tespiti ışığında değerlendirildiğinde, bir rastlantı olmaktan uzaktır (Zipes,1975:132). Onun şiirsellik ile gerçekliği ironik bir tarzda birleştiren masalları, onları Türkçe’ye kazandıran İris Kantemir’in deyişiyle, “günlük sıradan yaşamın içinde sıkışıp kalmış ancak içindeki daha yüce bir düzeye erişme özlemini bastıramayan insanın” ruh halinin çeşitli vehçelerini yansıtan aynalar sunar bizlere (2008: viii).
Hoffmann’ın 1814 yılında yayımladığı Altın Saksı: Zamanımızda geçen bir peri masalı adlı eseri, bu bağlamda, özellikle dikkat çekicidir. Hoffmann’ın rüyalar, hayaller, mitler ve gerçekliği biraraya getiren bu muhteşem eserinin baş kahramanı, kendisini, iki farklı yaşam biçimine uzanan bir yol ayrımında bulan Anselmus’tur. Anselmus, bir yandan rektör yardımcısı Paulmann, kayıt işleri müdürü Heerbrand ve yaşlı cadının temsil ettiği rasyonalizm, yararcılık ve baskının şekillendirdiği düzenli ve kısıtlayıcı bir burjuva hayatına davet edilmekte ve hanım hanımcık Veronika ile evlenmeye teşvik edilmektedir; diğer yandan arşivci Lindhorst’un temsil ettiği yaratıcılık, hayalgücü ve özgürlüğe kışkırtılmakta, içindeki yazarı keşfetmekte ve Serpentina’ya duyduğu tutkulu aşkın izinde kayıp cennet Atlantis’e adım adım yaklaşmaktadır (Zipes, 1975: 133). Bu yol ayrımının yarattığı çatışmalı ruh halleri, masalı oluşturan on iki gece nöbeti çerçevesinde, fanteziler, rüyalar ve gerçekliğin şiirsel anlatımının içiçe geçtiği bir girdap biçiminde tasvir edilir. Sonunda, yaratıcılık – hayalgücü - özgürlük; rasyonalizm - yararcılık - baskıya üstün gelir. Anselmus, gerçekliğin çölünden tutkulu aşkının izinden giderek kurtulur; içindeki sanatçıya ulaşarak, göz kamaştırıcı Atlantis’e de adım atmış olur.
Hoffmann’dan yüzyıl sonra, 19. yüzyıl Alman Romantizminin izinde, çok çeşitli düş dünyaları yaratan Hermann Hesse’nin (1877-1962) masallarının gerçeklik ve hayal gücü arasında kurduğu ilişkinin de, Bachelard’ın işaret ettiği iklimden beslendiği ileri sürülebilir. Peter Heller’ın dikkat çektiği üzere, Hesse, gerçekliğin her zaman hayal kırıklığı yarattığını düşünür; gerçeklikle baş etmenin en uygun yolunun, ondan daha güçlü olduğumuzu düşlerden yapılmış cennetler yaratarak göstermekten geçtiği kanısındadır (1954: 137-138). Hesse’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın tan kızıllığında kaleme almaya başladığı masallar, işte bu kavrayış çerçevesinde, Hoffmann’ın ironik tarzını bir adım öteye taşır. Hesse’nin hayal kırıklığı kuşkusuz Hoffmann’ın deneyimlediğinden daha derindir çünkü içerisinde yaşadığı Avrupa, bir dünya savaşının kıyısında durmakta ve bir diğer dünya savaşının içine yuvarlanmak üzere emin adımlarla ilerlemektedir.
Hesse’nin 1918 yılında yayımladığı Avrupalı adlı masal, onun içerisinde kıvrandığı bu hayal kırıklığının emareleri ile dolup taşar. Masalın ilk cümleleri mânidardır: “Sonunda Tanrı onları gördü ve kanlı bir savaş nedeniyle dünyanın tükenen günlerini, büyük bir sel yollayarak kendisi sona erdirdi. Sel baskını bu eski gezegenin utanç duyduğu her şeyi yıkayıp götürdü. Kanlı karlarla kaplı savaş alanlarını…çevrelerinde onlar için ağlayanlarla birlikte çürümüş ölüleri…öldürmeye istekli olanları, yoksul düşenleri, açlıktan ölmek üzere olanları…” (1993:153). 18. ve 19. yüzyıl boyunca, şiir, müzik, edebiyat ve felsefe eken Avrupa kültürünün, 20. yüzyıla gelindiğinde bütüncül bir çılgınlığın pençesine düşerek ölüm üretmekten kaçınamayışını hazmedemeyen Hesse (von Strukrad, 2010: 88), masalın ilerleyen satırlarında, bu gidişatın mihenk taşlarını örmekten sorumlu tuttuğu araçsal aklın ve endüstri devriminin evlatlarından Avrupa teknolojisinin sel baskını karşısında verdiği yılmaz mücadeleyle eş zamanlı yürüttüğü savaşı alaya alarak, yaşadığı hayal kırıklığını ironiyle bastırmaya çalışır (Wilde, 1999: 88). Hesse’nin, insanın günden güne ruhunu kaybetmesine yol açan yıkıcı ve kaotik kuvvetlerle yüklü modern dünya kavrayışı, masalın geri kalanında, dünyadaki her bir canlıdan bir çift örneğin yer aldığı Nuh’un gemisinde kendisine yer bulmayı başaran yegâne Avrupalı’nın gemide yer alan diğer insanlarla ve canlılarla yaşadığı uyumsuzluğa yaptığı vurguda daha da belirginleşir. Avrupalı’nın insanlığın mutluluğunun kendilerine bağlı olduğunu ileri sürdüğü analitik güçlerine dayanarak diğer canlıların ve insanların becerilerini küçümseyen, yargılayan tavrının yalnızlaştıcı etkileri masal boyunca işlenir. Ne var ki, Hesse, bir karamsar değildir. Sihirli bir mekâna, kutsal dağın doruğunda yeni bir yaşama yelken açan masalın sonunda, Hesse’nin modern zamanların yarattığı terörün panzehiri olarak ileri sürdüğü hümanizminin, insanca olanı doğa ile aklın arasına yerleştirdiğini; Avrupalı’nın yalnızlaştırıcı analitik yeteneklerinin ancak ve ancak diğer dünya insanlarının becerileriyle dengelenerek ve doğa ile bütünleşerek yararlı olabileceğini; ancak ve ancak dışlayıcılığın her türlüsünden uzaklaşılarak, çeşitliliğe kucak açılarak insanlığın bir çıkış imkanına sahip olabileceğini düşündüğünü kavrarız.
Peki biz bugün, Hoffmann’ın masallarından iki yüzyıl ve Hesse’ninkilerden yaklaşık yüzyıl sonra neredeyiz ve nereye gitmekteyiz? Bu zor sorunun cevabını, kendilerine yaraşan dünyalar keşfeden ruhlara tanıklık eden ve gerçeklik kavrayışımızı kuran yeni yollar keşfetmeye devam edecek olan masallara bırakalım dilerseniz.
0 yorum:
Yorum Gönder