"Eğer devrimin ne olduğunu öğrenmek istiyorsak, devrimin tümden belirgin hale geldiği, belli bir şekil aldığı ve istismar ya da zulümden pekâlâ muaf olan ve hissettikleri özgürlük yoksunluğu bir isyana mahal verebilecek kertede olmayan insanların zihnini değiştirdiği tarihsel anlara, yani Fransız ve Amerikan devrimlerine bakmak zorundayız". Hannah Arendt
Hannah Arendt’in diğer yapıtlarını az çok karıştıranlar, devrim üzerine düşüncelerinin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi olabilirler. Diğer taraftan Arendt’in devrim üzerine söylediklerine yönelik bir eleştiri de yapıtının bütünüyle derinlikli bir tartışmayı gerektirdiği kanaatindeyiz. Ancak hem bu tartışma fazlasıyla yapıldı hem de tartışmanın boyutları bu yazının sınırlarının çok ötesine uzanmakta. Dolayısıyla burada birçoğuna katılmadığımız bu düşüncelerle hesaplaşmak yerine ana uğraklarına dikkat çekmekle yetineceğiz.
Arendt, savaşın ve devrimin, 19. Yüzyıl ideolojilerinden farklı olarak 20. Yüzyılın iki temel siyasi meselesini oluşturduğunu ileri sürer. Bir yanda insanlığın kurtuluşunu muştulayan devrim fikri ve pratiği diğer yanda savaşın beraberinde getirdiği toplu yokoluşun kutuplandığı bir karşıtlıkta Arendt başka bir ülküye, Antik Yunan’dan miras kalan tiranlığa karşı özgürlük ülküsüne sarılır. Bu ülkünün kendisine bulduğu ya da bulamadığı yer nedeniyledir ki, Arendt savaşa da devrime de ( ya da belirli bir anlamda devrime diyelim) mesafe alır: özgürlük devrimcilerin lügatlerinden zaten çıkmış, savaş söz konusu olduğunda ise şiddetin haklılaştırılmasına hizmet eden araçsal bir role hapsedilmiştir. Dahası devrimin yol açtığı şiddet, savaşın öfkesini de aşar hale gelmiştir. Dolayısıyla devrim ve savaş arasındaki ortak paydalardan biri özgürlük ülküsünün kendisine yer bulamamasıysa diğeri de şiddetin başköşeye oturtulmasıdır: “Devrimler ve savaşlar, şiddet alanının dışında düşünülemezler ve bu, onları diğer bütün siyasi olgulardan ayrı tutmaya yeter. Savaşların kolayca devrimlere dönüşmelerinin ve devrimlerin savaşları doğurmaya yönelik bu kaygı verici eğilimin içinde olmalarının bir nedeni, ikisinin de ortak paydasında şiddetin yatıyor olmasıdır” (s. 20). Oysa siyasetin koşulu siyasi ilişkilerin, şiddetin hükmü altına giremeyeceğidir. Şiddetin hüküm sürdüğü yerde herkes, her şey sessizliğe hapsolur. Bu nedenledir ki, şiddet siyasi alanın sınırlarında dolanır. Yine bu nedenledir ki, savaşı ya da devrimi mercek altına koyan bir kuram, şiddetin meşrulaştırılması üzerine söz alabilir; ancak doğrudan meşrulaştırmaya teşebbüs ettiğinde artık siyasal bir kuram olmaktan çıkar, siyasetin karşısında konum alır. Pratikte de durum değişmez. Savaş ve devrimin ana unsuru olduğu ölçüde şiddet, her ikisini de siyasal alanın dışına iter.
Tartışmanın ağırlığı devrime verilecek olursa, şiddetin devrimle olan münasebetinde hareket noktası başlangıç düşüncesidir. Devrimin vaat ettiği yeni başlangıç, Kabil ile Habil’in Romulus ile Remus’un kadim hikâyelerinden bu yana şiddetle el ele gitmiştir. Arendt’in tartışması boyunca asıl dertlerinden biri işte bu birlikteliği ve bu ilişkinin geleceğini, nereye kadar süreceğini nereden sonra tahammül edilemez hale geleceğini nerede devrimi kirleteceğini ya da tümüyle yok edeceğini belirlemektir. Bu uğurda (1) başlangıç düşüncesini şiddetten çok özgürlükle birlikte düşünmeyi önerecek (2) Amerikan Devriminden Fransız Devrimine akmayan deneyimi ve Fransız Devriminden Sovyet Devrimine kalan mirası ele alacak (3) son ikisinin akıbetine ilişkin olumsuz yargılarını Amerikan deneyiminin göz ardı edilmişliğinden kaynaklandığını ileri sürecektir. Bunlardan evvel, yanlış yola sapmamak adına özgürlük ve özgürleşme arasında çizilmesi elzem bir ayrımdan söz eder Arendt. Özgürleşme (liberation), özgürlüğün (freedom) bir koşuludur ancak, doğrudan özgürlüğe götürmez: “…özgürleşmeye, yani baskıdan muaf olmaya dair o saf arzunun nerede bittiğini ve politik bir yaşam tarzı olarak özgürlük arzusunun nerede başladığını söylemek genelde çok zordur. Aslında ilki, yani baskıdan kurtulma arzusu –tiranik ve despotik yönetimlerde olmasa da- monarşik yönetimlerde tatmin edilebilirdi; fakat ikincisinin yeni, daha doğrusu yeniden keşfedilmiş bir yönetim şekline ihtiyacı vardı; bir cumhuriyetin kurulmasını gerektiriyordu” (s. 40). Şiddetin, devrim olgusunu tasvir etmeye gücünün yetmemesi bundandır; onun tanımlayabileceği yegâne şey, değişimdir. Devrimden bahsedilebilmesi için değişimin süreci yeni bir başlangıca taşıması; şiddetin farklı bir siyasi yapıyı kurmak üzere araçsallaştırılması; baskıdan kurtulma manasıyla özgürleşmenin de mutlak surette özgürlüğü tesis etmeyi hedeflemesi gerekir.
İşte Arendt’in Fransız ve Sovyet Devrimlerinin, Amerikan deneyiminden öğrenemediği ve bize muhakkak öğrenmemizi salık verdiği husus burada düğümlenmektedir: Yeni bir başlangıç arayışına eşlik eden özgürleşme kaygısının, sürecin devamında özgürlüğü tesis edecek kurucu bir politikaya evrilmesi. Gelgelelim, Amerikan devriminin söylediklerine hiçbir zaman kulak verilmemiştir. Dünyayı ateşe veren Amerikan değil Fransız devrimi olmuş, akıbeti “facia” olan Fransız Devrimi dünya tarihini yazarken Amerikan Devriminin başarısı görmezden gelinmiştir: “Oysa bu devrim, Birleşik Devletler’i yaratmıştı ve cumhuriyet, herhangi bir ‘tarihsel zorunluluk’la ya da doğal bir gelişmeyle değil, incelikli ve kendinden emin bir eylemle, özgürlüğün kuruluşu ile var edilmişti” (s.291).
Buna karşın Arendt’in gözünde 1789 sonrası süreç, bilhassa Robespierre’in terör yönetimi, Fransız halkının iradesini tek parti mekanizması içinde eritme girişiminden başka bir şey değildi. Rus devrimi de benzer bir yolu izleyerek Bolşevik Parti hâkimiyetinde devrimci Sovyet sistemini güçten düşürmekte ve bozmaktaydı. Oysa partinin ve temsilin cazibesi karşısında görmezden gelinen konsey kurumları ve eylem kategorileri Amerikan deneyiminin gelecek devrimci kuşaklara, özgürlüğün siyasal bir düzen dâhilinde tesis edilmesini sağlamak üzere altın tepside sunduğu imkânlardı. Temsiliyet organları olarak devrimci partiler, eylem organları olarak konseyleri karşılarına alıp siyasetin özünü eylemle değil idareyle tarif ederek özgürlüğün inşasına giden köprüyü kendi dinamitleriyle patlatmış oldular ve Arendt’in sözleriyle noktalayacak olursak devrimin ruhu, kendine uygun bir kurum bulamadığı için “özgürleşme ve belki daha fazlası” yitirildi.
0 yorum:
Yorum Gönder