Bu kez polis şiddeti ve cinayetlerini konu eden bir kitap buluşturdu seni okurla. Postmodern Cihad ile başlayan serüvende son kitabının önemini değerlendirir misin?
İlk kitabım olan Postmodern Cihad'dan beşinci ve son kitabım olan Sıfır Tolerans'a, bir hukuk arayışını ve insan hakları bakışını esas alan, kendimce naif bir külliyat oluşturduğumu düşünüyorum. Bu benim açımdan, merak etme, sorma, araştırma ve sorgulama çabasının yek diğerini tamamlayan halkalarıdır. Sıfır Tolerans'ı kıymetli kılan, siyasal otoritenin politik bir argüman olarak dillendiregeldiği, artık Türkiye'de işkence ve kötü muamelenin son bulduğu yönündeki tezini tekzip etmesidir. Sıfır Tolerans'ı oluşturan soruşturma ve dava dosyaları, onları destekleyen söyleşiler, özetle şunu söylemektedir: Polis şiddeti, karakoldan sokağa taşmıştır. 12 Eylül'den sonra bile cezalandırılabilen polis şiddeti ve işkence, 'Yeni Türkiye'de korunmaktadır. Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu (PVSK) değiştirilmediği sürece bu resmi tehdit sürecektir.
Sıfır Tolerans’ta yer yer insanı psikolojik olarak zorlayan olaylar var. Yazarken, tanıklarla buluşurken, sorgularken senin de zorlandığın oldu mu?
Ben kitapta yer verdiğim işkence ve kötü muamele davalarını yaklaşık on yıldır yazdığım için okur nezdinde oluşan duygusal şoku çok önceden yaşadığımı ve artık şaşırmadığımı söyleyebilirim. Acı olan şu ki, ben bu travmayla yaşamaya alıştım sanırım. Hal böyle olmasına rağmen, örneğin, 'esrar bulundurduğu' suçlamasıyla gözaltına alınıp taciz edilen ve intihara sürüklenen Onur Yaser Can'ın trajik öyküsü karşısında bir hayli sarsıldığımı; keza Can'ın annesi Hatice hanımla yaptığım söyleşi sırasında, her ne kadar gizlemeye gayret etsem de, sık sık yutkunduğumu belirtmeliyim.
90’lara dönüş tartışmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? Polisin güçsüz gördüğü yurttaşlara karşı tutumu, her tür hak arayışının engellenmesi, v.b. konularda meşhur 90’lar politikasından bugüne değişen ne?
Tabii ki bugün, ülkenin eriştiği demokratik düzeyi, 90'ların açık hukuksuzluğuyla ve yargısız infaz rejimiyle karşılaştıramayız. 90'larda sokak ortasında vurulanların; karakolların pencerelerinden atılanların, cesetleri kaybedilenlerin hükmettiği 90'lar, bilhassa demokrasi güçlerinin, gelecekte onurla anılacak mücadeleleri sayesinde, tarihe gömüldü. Artık karakollarda elektrik düzeneklerinden söz edemeyiz, örneğin. Ne var ki güvenlik aygıtı içerisinde öteden beri var olan cezasızlık kültürü, yani bir polisin suç işlediği an cezalandırılmayacağına olan inancı, varlığı hala koruyor. Emniyet'in saptadığı 'olağan süpheliler' listesi değişmediği gibi, yargının suç işlemiş güvenlik görevlisine yönelik koruyucu tavrı da sürüyor. 90'ların Sedat Selim Ay'ının bugün İstanbul'da Terörle Mücadele Şubesi'nden sorumlu emniyet müdür yardımcılığına terfi ettirilmesi, o yılların kurum içinde haklı görüldüğüne delalet ediyor.
Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu ile Terörle Mücadele Kanunu’nda 2006’da yapılan değişiklik iktidarın topluma bakışını resmetmek için bize nasıl bir veri sağlıyor? Bu yasayla artan polis saldırganlığının nedenleri üzerine düşünmek bizi ne tür sonuçlarla buluşturuyor?
PVSK'daki ve TMK'daki 2006 ve 2007 yıllarında yapılan değişiklik bugün tanık olunan otoriter yönetimin yasal altyapısını oluşturdu. PVSK'daki temel bahane, o yıllarda sıkça karşılaştığımız, 'kapkaç terörü' diye tarif edilen adli suçlardı. TMK'da ise PKK'nın artan şiddet eylemleri gerekçe gösteriliyor. Bu iki 'tehdit' karşısında güvenlik güçlerinin çaresiz bırakaldıkları, suç ve suçluyla başedemedikleri, savcılığa gönderilen şüphelinin adliyenin arka kapısından çıktığı iddia ediliyordu. Sonuçta bütün toplum, bir 'terör tehdidi' karşısında olduğuna ikna edildi. Sokakları 'çeteler ve teröristler' zaptettiğine göre, bir güvenlik rejimi inşa edilmeliydi. İşte, her iki yasa bu ikna-inşa sürecinin ardından güncellendi. Özetle, 'çetelere ve teröristlere' karşı amansız bir mücadele yürüttüğünü iddia eden iktidar, 'Büyük Gözaltı' diyebileceğimiz, olağanüstü yetkilerle donanmış bir otorite kurdu. Artık, düzene yönelen her haklı ve demokratik itiraz, siyasal bir vasıfta olması gerekmiyor, 'terörist' eylem diye telakki edilmeye başlandı. Bu sayede polisler, herkesin kılığından kuşkulanma, kuşkulandıkları her 'kılıksız'ı durdurup kimliğini sorma, masum bir itirazı dahi 'direniş' diye görme, direnişi her tür araçla bastırma ve kaçanın ardından ateş etme 'hakkını' elde etti. Namlu böylece, öteden beri 'terörist' kabul edilen solcular ve Kürtlerden, yine kalubeladan bu yana 'çete' sayılan yoksullardan bütün bir topluma çevrilmiş oldu. Son kitabımın özsözünde de belirttiğim üzere, artık copun ucunda şimdi tüm Türkiye vardır.
Postmodern Cihad, Hanefi Yoldaş, Nefret, Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim ve Sıfır Tolerans... Yazarlık yolculuğuna başladığın nokta ile bugün durduğun yerin arasındaki mesafeyi nasıl görüyorsun? Gazetecilik kitapları yazdığını düşünürsek, buna muhabirliği de dahil edebiliriz belki...
Bu beş kitap kuşkusuz benim gazetecilik serüvenimde önemli sıçramalardır. Fakat mutlaka kayda düşmeliyim; ben kendimi yazar ya da araştırmacı gazeteci sıfatlarıyla anmıyorum. Hatta bu sıfatlara ısınamadığımı da söylemeliyim. Çünkü yalnızca gazeteci ve muhabir olmayı yeterli görüyorum. Beni araştırmaya iten ve yazar olmaya sevk eden dinamik de, gazeteciliğimin bizatihi kendisidir. Her bir kitap, benim nazarımda, gelişkin bir haber örneğidir. Daha doğrusu, bir gazete sayfasında ifade edilemeyen bağlamlar ve ayrıntıların buluşturulduğu formdur. Kitaba böyle bakıyorum. Bu meslekteki 12 yıllık profesyonel sürecin ardından vardığım aşama, git gide katlanan merak, biriken yüzlerce soru, görüşülmesi elzem bir o kadar haber kaynağı, alınması gereken binlerce not ve hasılı, daha yürünecek uzunca bir yola tekabül ediyor. Şu ana kadar, kayda değer bir mesafeyi katettiğimi sanıyorum. Bu da beni mutlu ediyor.
Kitaplarının tamamına bakarak, adalet arayışının senin gazetecilik ve yazarlık uğraşının nirengi noktası olduğunu söylersek yanılmış olur muyuz?
Daha önce başka bir mecrada da ifade etmiştim; nasıl ki Mustafa Kemal, cumhuriyet rejimini 'kimsesizlerin kimsesi' olarak görüyorsa ben de gazeteciliğe aynı önemi atfediyorum. Gazeteciliğimin çıkış ve varış noktası, bunu ne kadar gerçekleştirebildiğimi bilemiyorum fakat, kimsesizlerin adalet arayışıdır. Postmodern Cihad'ta iğdiş edilen hukuk düzenini, Hanefi Yoldaş'ta bir sabah vakti 'terörist' olduğunu öğrenenlerin şaşkınlığını, Nefret'te bir avuç misyonerin ölüme yürüyüşlerini, Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim'de 12 Eylül 'terörizmi'nin muhatapları ve mağdurlarını, Sıfır Tolerans'ta da copun ucundakileri anlatmayı yeğlemem tam da bundandır.
Kitaplarında insanların yaşadığı adaletsizlikleri akıcı bir dille, yer yer hikayeleştirerek anlatıyorsun. İddianameden, fezlekeden yola çıkıp bunu yapmak zor ama seni mutlu ve tatmin ediyor herhalde...
Esasen, yazım sırasında şu dengeyi gözetiyorum: Bir metin, nasıl yazılırsa daha okunur olur? İlk kitaptan bu yana ve yüzlerce haber öyküleştirerek anlatmayı tercih edişimin nedeni, metni okunur kılmaktan ötesi değildir. Edebileştirme bahsine gelince; haberin bir edebi değerinin olmadığını, gazetecinin de edebiyatçılığa soyunmaması gerektiğini düşünüyorum. Edebiyat kaygısıyla hazırlanan bir haber metninin akıbeti, gerçeklik kaybı olur. Okur edebileştirilmiş metni kurgusal bulduğu andan itibaren, iddiası yalnızca gerçeği aktarmaktan ibaret olan haber öldürülmüş olur. Sonuç olarak ben, 'belge' sıkıcılığına ve kimi söz oyunlarına eşit mesafede uzak duran, rahat okunur ve akıcı bir anlatımı tercih ediyorum. Bundan da zevk alıyorum.
Ülkemizde gazetecilik kitaplarının niteliğini nasıl görüyorsun?
Hali hazırda iki tarz örnekle karşılaşıyoruz. İlki, belli bir kurumun, bu genelde emniyet oluyor, gözü ve perspektifiyle, hatta onların temin ettiği materyallerle yazılan kitaplardır. 90'lı yıllarda Ergenekon sanığı Ergün Poyraz'ın jandarma istihbarat mahreçli kitaplarının yerini bugün 'emniyet istihbaratın kütüphanesi' aldı, diyebiliriz. Bu türde kitapların 'hazır' okurlarının bulunduğunu, binlerce dağıtıldığını; buna karşın, gazetecilik değeri taşımadığını söyleyebilirim. Bir diğeri, örnekleri kısıtlı miktarda görülen, araştırmacı gazetecilik kitaplarıdır. Fakat bu alandaki sıkıntı şudur: Eldeki iyi niyetli çalışmalar belge aktarımcılığının ötesine geçemediği gibi, politik perspektiften de yoksundur. Art arda sıralanmış kimi dokümanlardan oluşmuş bu çalışmalar, cesur fakat okunur olmaktan uzaktır.
100’e yakın gazetecinin tutuklu olduğu, kitapların henüz basılmadan yasaklandığı, sayısız meslektaşının iktidarı rahatsız eden yazı ve haberler nedeniyle işsiz kaldığı koşullar altında mesleğini icra ederken kendini sınırlama ya da oto sansür ihtiyacı duyuyor musun?
Gazetecilik şu an mayınlı bir arazide yürümektedir. Çoğu meslektaşımız işini kaybetti; kimileri hedef gösterildi, korkutuldu, tutuklandı ya da halen cezaevinde... Benim de aralarında olduğum az sayıdaki 'talihli' gazeteci ise bütün bu dengeleri gözeterek, araziyi sapasağlam geçmenin sınavını veriyor. Genel olarak meslekte, otosansürün egemen olduğunu söyleyebiliriz. Daha az yazan, daha az ifade eden, soru soran bir evre geçiriyoruz.
Kitaplarının okunurluğu ve gördüğü ilgiyi seni memnun ediyor mu?
Kitaplarımın hedeflediğim okur kitlesine ulaştığını görüyorum. Bir akademik çalışmada atıfta bulunulması ve bir arkadaş sohbetinde kıymet biçilmesi, beni mutlu ediyor. Yalnız olmadığımı, tek başıma düşünmediğimi ve birlikte kafa yorduğumuzu hissediyorum.
Interview with Todd May [Issue 13]
-
*"To Form a Wall of Resistance"*
*An Interview with Todd May*
*Sercan Çalcı*
“*There are those who will claim that in our authoritarian period ...
0 yorum:
Yorum Gönder