BİRİKİM Dergisi 283. Sayı (Helin KÜÇÜK)

BİRİKİM
Birikim Dergisi, Kasım sayısını, ‘10. yılında AKP’ başlığı ile çıkardı. Sayının beklentileri karşılamadığını söylememiz mümkün. Türkiye’nin ‘demokratikleşme sürecine’ katkıda bulunmak için gerektiğinde AKP’ye akıl vermekten, onu söylemsel olarak güçlendirecek muhalefet eleştirisinden çekinmemiş bir çevreyle temasını sürdüren Birikim’den daha doyurucu bir sayı beklemek de sanırım hakkımızdı. Ama geçen on yılda çok bir şey değişmediğini söyleyebiliriz. Eleştirinin Kantçı anlamıyla bile bir AKP eleştirisi içermeyen bir dosya ile karşı karşıyayız. Birikim’in eleştirisinin muhatabı AKP ve on yıldır geliştirdiği politikalardan ziyade onu bir türlü anlamayan solcular. Dosyanın hazırlanma amacı belirtilirken bile bunun izlerini aramak mümkün. Örneğin AKP’nin Kürt sorunu bahsinde ‘aldığı’ pozisyondan değil, çekildiği pozisyondan söz ediliyor. Ama yine de amaç alternatifsiz iddiasındaki ‘AKP’ye karşı’ etkin bir alternatifin nasıl oluşturulabileceğine yöneltilmiş. Anlaşılan Birikim çevresi kime akıl vermesi gerektiği konusunda bir tereddüt içinde ama mevcut dilini değiştirmiş değil.

Dosyanın başyazısı tahmin edilebileceği gibi Ömer Laçiner’e ait ve başyazıdan bekleneceği gibi ana hattı da çiziyor. Ancak bu hatta anlam bulanıklığına yol açacak olgusal ve tarihsel karışıklıklar var. İlk cümle 1983-12 Eylül Anayasası ile kurumlaşmış ‘askeri vesayet rejimi’ ifadeleriyle başlıyor. 12 Eylül Anayasası’nın 1982’de kabul olunup aynı yıl yürürlüğe girdiğinin bilinmeyeceğini düşünmediğimizden, askerlerin gölgesindeki mevcut ilk sivil hükümet 1982 Anayasası işbirliğinin kurumsallaştığı mı kastediliyor? Ya da bu vesayet kavramını başımıza çorap gibi örenlerin kavramın tarihsel geçmişini daha yakından serilmemeleri gerekmez mi? Örneğin neden 1971, 1961 ve hatta 1913 değil kurumsallaşma tarihi? Önemli değil, bu noktada nasıl olsa herkes hemfikir: vesayet kavramı bir olguyu kuşatıyor ki ne de olsa herhangi bir devrimci teorinin önünü de kesiyor. Neyse ki 2007’de bu vesayet rejimi bitti, artık önümüz açık!

Laçiner’in yazısındaki olgusal karmaşayı kavramsal bir karmaşa da izliyor. AKP hegemonyasının kaynağını orta sınıf olarak tespit ettikten sonra onun için burjuvazi deyimini kullanmak zorunda olduğumuzu söylüyor. Açıkçası bunun stratejik nedenini anlamış değilim. Bir an acaba Laçiner Marksizm’e rücu mu ediyor diye düşünecekken burjuvazi kavramı da karışıveriyor: orta burjuvazi, otantik burjuvazi, saf orta sınıf zihniyeti gibi hoş kelimeler havada uçuyor.

Otantik-Türk-Sünni-saf-orta burjuvazi, hegemonyanın kaynağı olarak temellendirildikten sonra başyazının asıl amacı ortaya çıkıyor. Mesele AKP değil bu temellendirilen ‘şey’dir. Bu fikirden yola çıkan Laçiner yeni stratejisini ortaya koyuyor. Artık AKP’ye akıl vermenin ve onu dönüştürmeye çalışmanın bir anlamı yok. Kendi ifadesiyle söylersem, mutlak önemde olan görev şimdilik ütopik görünse de onu (Laçiner’in kastettiği yukarıdaki sıfatları haiz burjuvazi) kökten dönüştürmektir. Şimdiye kadar yazılmış bütün ütopyalar adına eseflerimi belirterek Laçiner’e dair değinimizi bitirelim.

Haksızlık etmeden söyleyelim. Dilek Zaptçıoğlu’nun AKP’nin ‘Müslümanların kurtuluşuna’ yönelen dış politika-demokrasi övgüsünü dışarıda tutacak olursak –ki bu değerlendirmedeki sorunlara değinmeye mecalim yok- Laçiner’in çizgisindeki temel hatlar çok fazla zorlanmasa da çeşitli yönleriyle AKP’nin sınırlarını çizen değerlendirmeler mevcut. Aksu Bora’nın kadın meselesini küresel istihdam rejimi bakımından ele aldığı yazısı, Mehmet Gürsan Şenalp’in AKP’yi açıkça bir burjuva partisi olarak değerlendirdiği yazısı ve Kerem Ünüvar’ın Türk sağı içinde AKP analizi belli bakımlardan özellikle okunmaya değer.

0 yorum:

Yorum Gönder