Boş-gösteren çeşitli gösterilenlerle doldurulabilen, belirli bir bakımdan istikrarlı ve yine belirli bir bakımdan da istikrarsız bir unsurdur. İçeriği sürekli değişebilse de biçimsel bakımdan da olsa özdeş bir yinelenmeye imkân tanır. Hatta tam da bu imkân sayesinde ve aracılığıyla dile tutunur. Fakat hangi dil? Bir tür hareketsizlik biçiminde tasarımladığımız bir uzamda, sürekli kaçış halinde olan bir gösteren midir sözünü ettiğimiz? Klasik bir dünyada yaşıyor olsaydık, kuşku yok ki bu söylenebilirdi; klasik dünyanın ‘dil’i, en nihayetinde yaşamdaki değişimleri adlandırma zorunluluğuyla bir gelişim sergilemiyor muydu? Bu ‘dil’, temelde, dilin dışında konumlanmış nesnelerimizi anlamanın bir aracı, ortamı değil miydi? Elbette bu görüş, bir “boş-gösteren” tasavvuruna sahip olsa bile, bu boş-gösterenin dilsel uzamı inşa edici gücünü ve etkinliğini göremeyecektir. Demek anayasa, gerçek bir siyasal anlama yalnızca klasik bir dünyada sahip olabilir. Hem dile ilişkin görüşün derecesi bakımından, hem de uzamı, kendisine-yönelimli bir biçimde düzenlemesi, örgütlemesi bakımından…
Dilin müphem konumunun ilk ayırtına varanın Hegel olduğu söylenirse, herhalde yanlış olmayacaktır: Her şeyi dolayımlayan ama kendisi dolayımlanamayan bir şey olarak dil. Bu sezgi, yirminci yüzyılın başlarından itibaren bir yapı olarak dil kavramsallaştırması biçimine bürünecektir. Bu kavramsallaştırma, ‘ben’i (en başta da özerklik yanılsamasını) temele alan modern ideolojik söylemlerin zeminini linguistik bir düzeyde oymanın yollarını açacaktır. Tümel kavramların biçimselliğine vurgu yaparak “bu” sözcüğünün içeriksizliğini, ama aynı oranda da tümelliğini ortaya koymuş olan Hegel’in tutumunun, ‘ben’ sözcüğüne uygulanışı başka bir sonuç doğuracaktır: ‘Ben’, tekillikten çıkamadığı halde, ‘bu’ gibi içeriksizdir. ‘Bu’ boş göstereni, doldurulabilir iken, ‘Ben’ boş göstereni, doldurulamaz; çünkü arzu da artık işin içindedir. Sürekli çağırır; kendine katmak, temellük etmek arzusundadır, ama boş olduğu için kendisi ortalarda yoktur. Böylelikle inşa etkinliği, sürekli bir belirsizlik yaratmak ve belirsizliğe fırlatmak üzerine kuruludur; boş-gösterenin bu sürekli kaçışı, içinde hareket etmekte olduğu uzamı sabit bir uzammış gibi algılamamıza neden olur. Pek çok uzamsal biçimden bir tanesi, bir dilsel biçim, pek çok olanaktan yalnızca biri mutlaklaştırılmıştır. Boş-gösterenin peşine düşmek, belirli bir dil biçimine yakalanmak, ona tutsak olmak anlamına gelir.
Ülkemizdeki yeni anayasa yapım sürecinin bu kadar uzun bir zamana yayılması, hangi biçimin sabitleneceği, neyin mutlaklaştırılacağı üzerine bir mutabakatın sağlanamamış olduğunu göstermektedir elbette. Fakat tam da bu hâl, bir başka şeyi açığa çıkarmaktadır: Bu sürecin lokomotifi durumundaki aktörler için temel sorun, demek ki gerçek ve somut sorunlarımız değil, neyin mutlaklaştırılacağı sorunudur ki bu da gerçek bir sorun olmaktan ziyade, söz konusu aktörlerin neyi dert ettikleriyle ilgilidir. Bizzat mutabakat arayışının kendisi, sorunların üzerine düşünülmesini engellemektedir. Yeniden oluşturulacak bir birliğin içinde, özneyi yeniden kurmadan hiçbir şeyin dağıtılmayacağının sigortasıdır şu ‘yeni anayasa’ dedikleri. O halde bir süredir yeniden-inşa-ediliyoruz. Aleviler olarak, Kürtler olarak, eşcinseller olarak, kadınlar olarak, Müslüman olmayanlar olarak vs. geçerli kimliğin inşasının blokları biçiminde inşa ediliyoruz: Özneler olarak, sürekli bir belirsizliğe fırlatılan bir şeyin peşinde koşmamız isteniyor, çoğun koşuyoruz da.
Dilbilimin büyük ustası Benveniste, ‘ben’ ile ‘sen’ arasındaki ilişkinin, iletişimin ancak belirsiz bir ‘o’ ile belirebileceğini saptamıştı. Sorun ‘o’nun kesin bir belirlenime sahipmiş gibi davranılmasında yatmaktadır. Böylelikle mevcut iktidar, bir yandan hiçbir belirlenimi olmayan bir Anayasayı sürekli hedef olarak işaret etmekte; fakat bir yandan da bu Anayasa, mutlak bir belirlenime sahipmiş gibi davranmaktadır. Belirsiz-belirlenimlilik hali, rıza üretiminin yeni halidir. Karşıki parktaki inşaat sorunundan bile söz etseniz, size Yeni Anayasa işaret edilecektir, yerel yönetimlerin idari ve siyasal konumlarının Yeniden tariflenişi açısından. Her şeyin çözümünü içeren bir metin, Borges’in sonsuz kitabını akla düşüren, onu taklit eden ve sürekli yazılmakta olan bir metin! Elbette kâğıtlara değil, siyasetimizin soyut uzamına kaydedilen; aynı anda bu uzamı kaydeden ve insanları(nı) bu uzama kaydeden bir metin… Böyle bir metnin temel arzusu, kuşku yok ki, fenomenal coğrafyamızı yeniden düzenlemektir. Metnin yazar(lar)ı, arzuladığı şeyi değil, Kendi arzusunu başkalarına arzulatmaya çalışmaktadır.
Kendi arzusuyla Baba-Amcasının arzusu arasında bir ayrım yapamayan ve bu nedenle de deliren, çılgınlık içinde ölüme koşan ve birçok insanı ölüme sürüklediği halde amcasını bir türlü öldüremeyen Hamlet’lere mi dönüşmemiz isteniyor? Kuşkusuz evet, ama Hamlet gibi, bir mirasta hak sahibi olduğumuz öğretilmeli ilkin bize. Neo-Osmanlıcılığın temel işlevi, mirasın yeniden dağıtımında oynadığı bu roldür. Miras üzerindeki her hak iddiamız, ‘yer’in yeniden düzenlenişine tam da bu iddiayla destek vermemiz; Atatürk’ten sonra İkinci bir Baba’nın sapkın arzu ve tutkularını, bizzat bizim siyasallaştırmamız anlamına gelecektir. Babayı öldür, yasası geçerlilik kazansın. Her önüne geleni Kemalist olmakla itham eden Başbakan, kendi babası olan Atatürk’ü sembolik olarak öldürürken, acaba neye hizmet etmektedir? O halde, bu haliyle bu dünyayı, ona tamah edenlere bırakmalı. Zaten Turgut Uyar uyarmamış mıydı, “Bizim değildir bu dünya, bizim olmadıkça tepeden tırnağa” diyerek?
Miras üzerinde hepimizin hakkının bulunduğu söylemi, hepimizi uysal ‘oğullar’ olarak inşa etmenin söylemidir (‘kızlar’ olarak değil; ki bu da bu söylemin gizli ya da belki de açık cinsiyetçiliğidir). Hepimizden talep etmemiz istenmektedir. Taleplerin yerine getirilip getirilmeyeceğine ilişkin bir samimiyet testi çıkarmak da manasızdır; çünkü esas olgu, neyin talep edildiğinden bağımsız olarak talebin kendisidir. Ödülü ve cezası ise bir ‘oğulluk’ statüsüdür. “Hepiniz piçsiniz” demişlerdi bize; çok şükür öyleyiz.
Demek ki bu Anayasa yapımı süreci, Babanın ve oğlun yeniden inşası sürecidir. Bu nedenle Yeni Anayasa sürekli ‘gerçek’ten kaçırılmakta ve aynı oranda gerçek de kaçırılmaktadır. Sorunlardan her söz edilişinde, Yeni Anayasanın işaret edilmesiyle, sorunların ve elbette kendi gerçekliğimizin sözünü etmek olanaksızlaştırılmaktadır. Bir kitap ki her şeyi içerir, kendisi yok ortada.
Yeni Anayasa, A. K. P., TBMM Yayınları, Ankara, 20.. (Kaliteli beyaz Türkiye kâğıdına basılmıştır). Mutlaka okuyun, ama lütfen yazmayın.
0 yorum:
Yorum Gönder