Onur Sakarya üzerine daha önce de yazdım; pişman değilim. 2011’de yayımlanan Eksik Adam’ın ardından Şubat 2012’de Yancının Aşkı’yla çıktı geldi Onur. Kesin olan bir şey varsa, kimsenin akıl veremeyeceği kadar sıkı bir şiire sahip, gerisi gerçekten yoruma mahal vermeyecek kadar boş. Onur Sakarya’ya savruk bir şiiri olduğunu söyleyenler, geçip bir Onur Sakarya şiirinin karşısına ‘ben ne zaman böyle bir şiir yazacağım?’ diye hayıflansınlar, başka da çareleri yok. Hep söylediğimiz gibi, şiir yalnızca hayatı gereksinir ve hayat yalnızca budalaca kağıda dökülen narinliklerden çok daha fazlasıdır; ya da Sakarya’dan alıntılayıp söyle söyleyelim: ‘pederleri dizin, tüfeğimi getirin’
Sakarya’nın melankolisi kendi dışındaki şeyleri travmatik bir zaman dilimi kıldığı için, bizim şiirimizde pek kimselere nasip olmayan bir süreklilikle birbirlerine bağlılar. Bu bağlılığı önemli kılan ve muhtemelen şairinin bile farkında olmadığı ayrıntı ise Sakarya’nın yazdığı şiirin gündelik dili, gündelik dilin kendi alanı içinde yeniden yapılandırması. Bu tür bir dil kullanımı aslında ‘benim’ diyen imzaların dahi beceremediği, estetize etmeyi başaramadığı bir dil kullanımını işaret ediyor: ‘ // düğünümde dansöz patlatmak istiyorum / ve daha neler neler / kalbinin çekirdeğini bana ver / beynimi parmaklıyorum, kusturuyorum / Antalya Konyaaltı’nda üç smoker / ben gönlümü şimdilik susturuyorum //…’.
İlk bakışta böyle bir söylemin herhangi bir başka şiirde de olduğu ya da gerçekten bu gündelik dil yapılandırmasının gerçekten çok mu etkili / başarılı olduğuna dair eleştiriler geliştirilebilir. Ancak açık olan o ki, Sakarya’nın şiirinde sözcükler bir araya getirilmiyor şair tarafından, neredeyse bir görüntü okuması gibi zaten bir arada bulunuyorlar ve şair bir nevi tercüme hatasıyla bize bu okumayı aktarıyor. Daha açık ifade edecek olursak, Sakarya kendine kendi dışından bakarken, farkında olmadan her şeyin dışına çıkıyor. Kendine bakarken, bütün olup biteni görüyor ve böylelikle kendisiyle kendi dışı arasındaki zaman / mekan kaymasının dilini kullanıyor; o yüzden asal olan olaylar ya da şeyler bütünü, tercüme edilmiş açık anlamlar olarak karşımıza çıkıyor. Bir şairden yapması beklenen şey başka nedir ki zaten; açık olan bir anlamı tercüme edilecek bir şeymiş gibi görmesi… Meselenin bir başka özü de Sakarya şiirinde tam da bu: ‘ // iyi belleyin ahali ben bir hayaletim / bol acılı bir halet-i ruhiyeyim / zaten bir tahtam eksikti / dün ilk defa gülümsedim / gülümsemek ne şık şeymiş doktorum / eksik tahtamın yerine bir gökkuşağı çiviledim.’.
‘Şairin hayatı’ denen gerçeklikten yana olanlardan bu yüzden Onur Sakarya. Zaten bildiğimiz üzere ‘gerçekçiliğin’ artık gelip dayandığı noktada bu; değişmeyen ama anlamı sürekli değişen gerçeklerin artık edebi ürünlere böyle bir perspektiften sızması gerekliliği de açık. Sakarya’nın ‘şairin hayatı’nı şiire çevirdiği anda kazandığı çoğulluk onu bir başkasının hayatıyla bu yüzden rahatlıkla ortaklaştırıyor; O’nun şiirlerinde seslendiği isimler, örneğin Taci, bu yüzden bir başkası gibi durup, şairin kendisi oluveriyor. Bu önemli bir ayrıntı, Sakarya bu benim dediği şiirlerde bir başkası, bu bir başkası dediği şiirlerde ise yalnızca kendisi olarak ortaya çıkıyor. Bu bir kafa karışıklığı ya da benzeri herhangi başka bir şey değil; bu yalnızca olması gerekeni her zaman hayatın belirlediğine dair ince bir alay, tereddütsüz ama gizli bir gönderme (örneğin bu dizeleri alıntıladığımız şiir ‘demirtaş çocuklarına’ ithaf edilmiş): ‘ Allah bu kafayı kazadan beladan saklasın / benim hiç annem olmadı örneğin / madik atmayı dokuzunda öğrendim / cigaralık sarmayı on beşinde / bir de abim vardı benim / ah benim serserim / mahalle üflentisi / şahine binerdi ağır ağbiler / ah be ağbiler / abimi hangi bıyıklı paketledi?’.
Yancının Aşkı’nda açılış şiiri olan ‘Ağla Taci Ağla’, aslında tüm bu söylediklerimizin ilk okuması olarak önemli bir şiir. Taci’nin kim olduğu şairinde saklı bir sır fakat bir şiir kahramanı olarak yaşadıkları, sordukları, sorguladıkları hepimiz için pek bir aşikâr. Sakarya’nın toplumsal rolleri ya da konumlanışları basit ama gerçekten çarpıcı bir biçimde ele alışı Ağla Taci Ağla’da da son derece başarılı bir biçimde görülebiliyor. Sakarya şiirin bir yerinde, öyle bir yerden yakalıyor ki hayatı, üstüne pek bir şey söylemeye lüzum yok: ‘ // tanrım sen yapmıyorsun madem başkasına yalvar / gece vardiyası, sökük şalvar / neymiş? / erkek dediğin eve ekmek getirirmiş / ev de ev olsa bari iki piriket//’. Bununla birlikte günlük düzenin insanı ne denli yalnızlaştırdığı, insanları nasıl kimsesizleştirdiği de Sakarya şiirinde en derin haliyle gün ışığına çıkıyor; örneğin Angut’un İntiharı’nda şair şöyle özetliyor her şeyi: ‘// artık gidiyorsun / yemekli vagon, tek yön bileti / hep şu emperyalistler / ilişkimizi onlar bozdu / para bozdu, kıskançlık krizleri / kader yazdı, biz sildik / defterden huzurlu günleri//’.
Yancının Aşkı’ndaki iki öneli dua da ayriyeten önemli: Finlinin Duası ve Kaybedenlerin Duası. Her iki şiirde tek kelimeyle birbirinden ilginç, birbirinden tehlikeli. Finlinin Duası’nda ‘ // bir yerlerde şimdi şerefimize içiyorlar / bir Finlinin duasına konu oluyoruz //’, Kaybedenlerin Duası’nda ise ‘ // ey! nutukçular, feylesoflar / ahir zamanın kalpazanları / ey! suçu cezalandıran şiddet / ve süt gibi beyaz / fakat kokuşmuş adalet / ey ! her sokak başına ismini / yazdıran cüret / biliyorum yatağınız sıcak / rüyalarınız tatlı / size iyi geceler bile dilemiyorum//’. diyor Sakarya..
Onur Sakarya üzerine, dediğim gibi daha önce de yazdım; iyi ki şiirimizde ‘varlık’ gösterenlerden değil. Onur’un zaten bir şair olarak kaynağı çok zengin, varlık göstermeye ihtiyacı yok; bütün Küçük Emrah filmleri önemli… O yüzden başka onlarca sıkı dize olmasına rağmen Onur Sakarya’dan ben bu yazıyı Onur’un şu dizeleri ile bitirmek istiyorum:
“Adana treninde dumanlı ruhlar / kimisi yaklaşır huzura / kimisi karalar bağlar / vay başıma gelenler a dostlar / annemi tanrı öldürdü / üzgünüm / ben biraz da küskünüm abisi // benim adım da yangın olsun abisi’….
YANCININ AŞKI, Onur Sakarya, Artshop Yayınları, 2012.
0 yorum:
Yorum Gönder