Gilles Dauve ve Karl Nesic’in Demokrasinin Ötesinde başlıklı kitabı İhya Kahraman’ın çevirisiyle kısa bir süre önce Fransızcadan Türkçeye kazandırıldı. İkili demokratikleşme, demokrat kimlik, totaliterleşme, yönetme-yönetilme, tahakküm kurma gibi günümüzün siyasi dağarcığında sıklıkla yer bulan kavramlarını, demokratik toplumlarda hukukun uygulanış biçimleriyle kendi aralarında yer değiştirmeleri (demokratikleşmenin totaliterleşmeye, yönetme-yönetilme ilişkisinin tahakküme dönüşmesi) üzerinden ele alıyorlar. Ele almanın da ötesine geçerek demokrasi kavramını sorgulamaya başlayıp demokrasinin “sahipleri” nezdinde halk ve nüfus arasındaki ayrımı, nüfus üzerinde bir kontrol mekanizması yaratmak istemenin sandık başına gelen halkın desteğine ulaşmanın bir yolu olduğu gibi düşüncelere yer veriyorlar. Ayrıca çoğunluk ve azınlık arasındaki ilişkinin nasıl işlediği üzere getirilen eleştiriler ışığında çoğulculuk ya da komün gibi kavramların uygulama alanlarını ve biçimlerini ele alıyorlar. İnsanların diline pelesenk olmuş olan demokrasinin sorgulanmadan, kimi zamanda etki yaratmak namına önüne –ileri, geri gibi– bazı sıfatlar getirilerek kimi zamanda “ehven-i şer, şerlerin en iyisidir” denilerek zor zamanların atlatılmaya çalışıldığı bir yönetim olduğu vurgusu kitap içinde şekillenen temalardan birisi.
Demokrasinin toplumsal yükselişiyle tahakküm alanlarını oluşturan burjuvazinin bir sloganı olduğu savı bazı temellendirmeleri de beraberinde getiriyor. Örneğin, demokratik hakların güvenlik gerekçesiyle askıya alınması, gücün tek bir elde toplanması ve bunların sonucunda bireyin alanının daraltılması, gücün merkeze kaydırılarak (bireyin) elinden alınması demokratik birer olguymuşçasına, demokrasi aşılmaması gereken tek sınırmışçasına temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuyor. Okuru verili tahayyül sınırlarını zorlamaya teşvik eden Demokrasinin Ötesinde açıktan değinmese de Foucaltcu bir yaklaşımla (aslında Foucault’nun Marksizmle –Marks’la değil– olan problemleri göz önüne alınırsa bunun mantıklı olamayacağı eleştirileri gelebilir ancak yazarların ‘demokrasi iktidarına’ vurgusunun bir anlamda Foucaultcu bir yaklaşım olduğunu belirtelim.) gücün ve/veya iktidarın asıl sorunu teşkil ettiği görüşünü genel bir çerçevede paylaşarak tam karşısına çoğunluktan çoğulculuğa doğru bir yol çiziyor. Bu yola geçişin önünde engel olarak duran sandıkların şeffaflığının halkın gözünde önemli bir ayrıntıymış gibi görünmesine karşın Batılı yönetim biçiminin yedi ila dokuz milyar insana genelleştirilmesi özellikle de Asya ve Afrika’daki sömürgelerin sandık başına toplanması ya egemen bir kesimi söz sahibi yapıp sömürgenin devamına ya da egemen kesimi etkisizleştirip iç savaşa sebep olan yöneten-yönetilen hiyerarşisinin devamlılığı açısından varlığı tartışılması gereken istenç ve güç etkileşimi olarak karşımıza çıkıyor. Bu konu etrafında bir de polis şiddetinin şekilden şekle girerek devletin yurttaşı üzerindeki tahakkümünü kalıcı kılmak için uyguladığı yöntemlerin demokrasi ile ilişkisi ve bununla beraber devlet-vatandaş ilişkisinin gündelik yaşama yansıması kitapta özgün örneklerle tartışılıyor.
Öteye Geçmek
Asıl vurgu ise demokrasinin bir savaş argümanı olduğu temellendirilmesine yapılıyor. “Biz Irak’a demokrasi götürüyoruz” argümanı dünya kamuoyunda makul bir meşrulaştırma olarak algılandı, nitekim İngiliz liderler de bu argümanla ülkelerinde seçimlere gittiler ve zaferleri de bu paralelde gerçekleşti. Sandıkların kutsanmış bir sonuca dönüşmesi ise bu liderlere yönelik eleştirilerin bir günaha dönüşmesine sebep oluyordu. Bu durum sadece savaş durumlarına özgü bir konu değil, benzer biçimde Türkiye’de de hükümetin yaklaşık yüzde elli oy alması onu tamamen soyut bir varlık haline getirdi. Yapılan her tartışmada “ama yüzde elli oy almış bir parti var”, “iki kişiden biri bu partiye oy vermiş yani halka saygı duymayalım mı?” gibi tümcelerle karşı karşıya kalınıyor. Dolayısıyla hükümetin her yaptığı oy oranına bağlanacaksa bunların arasına tüm uygulamaları koymalıyız: Meclis’ten geçirilen bir yasanın dayanağı halksa eğer Roboski’deki katliamın dayanağı da halktır, Berlin’deki Kanlı Hafta’nın da, İrlanda’daki Kanlı Pazar’ında… Gılles Dauve ve Karl Nesic bu minvalde söylemlerle seçimlerden sonra demokrasinin temsil etme-temsil edilme ilkesinin hiyerarşiler aracılığıyla güç unsuruna dönüştüğünü, gücün tek bir elde toplandığını ardından güç-istenç-yasa ilişkisinin devreye girerek hiyerarşinin en üst katındakine ret edemeyeceği bir konum sağladığı gerekçesiyle bu duruma karşı bir duruş sergilemekle kalmayıp ne yapılabileceğini de tartışmaya açıyorlar.Demokrasinin yerleşmesinde önemli bir isim olan Rousseau’nun “…tek bir isteğin dürtüsü köleliktir, koyulmuş bir yasaya itaatse özgürlük” cümlesine kitapta yer veren yazarlar aradaki farkı iyice belirginleştirmeyi amaçlıyorlar. Kurtuluşun tecimsel olandan vazgeçmekte olduğunda ya da (hatta daha doğrusu) o şeyi tecimsel olmaktan kurtarmak gerekliliğinde, sokaktaki ağacın bakım işinin sadece belediyenin görevi olmadığını, o ağacın sokak için bir dekordan daha fazla bir şey olduğunu idrak etmede, var olan biçimin dışına çıkmanın nelere mal olabileceğini veya kazanımlarının neler olabileceğine yönelik bir hesaplamanın içine girmeden, doğrudan günlük hayata dahil edilmesi gereken bir yaşam biçimine geçilmesi gerekliliğinin üzerinde durulmasıyla yakalanabileceğini kitapta görebiliyoruz. Yukarıda ağaç üzerine verilen örneği, yasaların giremeyeceği alanlara dikkat çekmek için sokak sakinlerinin yasaya bağlı kalmadan ağacı sahiplenme (bireyin sahiplenmesi değil, sokağın sahiplenmesi) duygusu, yasayla değil isteyerek yapmanın asıl özgürlük olduğu hatta ve hatta bunu bir dürtüyle doğal olana dönüşmesine olan atıfla Rousseau’nun cümlesinin nereye oturabileceği üzere açılan değerlendirmeye bir örnek olarak da ele alabiliriz.
DEMOKRASİNİN ÖTESİNDE, Gilles Dauve-Karl Nesic, Çev: İhya Kahraman, Sel Yayınları, 2012.
0 yorum:
Yorum Gönder