Panik halinde yataktan fırlayıp, mutfağa su içmeye giderken, insanların kalbini kırmış olabilir miyim, diye düşünüyordum. Sonra kafamda sisler ağır ağır dağılmaya başladı ve söylediklerimin yanlış değil de fazla dolaysız, fazla açık ve sosyal makyajla kabullenilir hale getirilmemiş olduğunu fark ettim. Gerçekleri, daha da önemlisi bütünüyle hissettiklerimi dosdoğru söylemiş olduğum için rahatsız edici bir utanç ve pişmanlık içindeydim.
İşte böylesi bir gecenin sabahında, masama oturdum ve Yazma Cesareti hakkında yazmaya koyuldum. Kafamın içi büyük adamlarla ve onların korkusuz, utançtan ve kaygıdan azade fikirleri ile dolu.
“Ruhum tanrıyla şeytanın savaş alanıydı” diyordu Kazancakis, yazacaksan “İnsanın bel kemiğini titreten şeyler yazmalısın” diyordu Nabokov, “Kanla yaz, kan tindir” diyordu Nietzsche. Geriye, bütün bir yazın geleneğine ve ortalığı yakıp yıkan korkusuz, cengaver yazarlara bakıyordum hayranlıkla. Ruhumun ve gözlerimin kamaşması geçene kadar sabredip, biraz daha yakından baktım kahramanlarıma, elimde Yazma Cesareti. Korkudan ve kaygıdan tir tir titriyorlardı kahramanlarım. Bu korkuyu bastırmak için kimi alkole müracaat ediyordu kimi morfine. Kimi ise yürek sızlatan bir yalnızlığa. Nitekim her türlü sahtenin karşısına soğukkanlı bir samimiyetle dikilen sanatçı aslında her daim, yanlış bir şey yapmadığında bile, kendisinden kuşkulanılan biridir:
Henry Miller’a kulak verelim derim bu hususta: ”İstesem de istemesem de tepeden tırnağa bir edebiyatçıydım. Hemen hemen her türden insanla iyi geçinebilmeme karşın, sürekli kuşkulanılan birisiydim. Bu durum kütüphane ziyaretlerime çok benziyordu: hep yanlış kitabı istiyordum. O zamanlar, yaşamdaki veya yaşamdan istediğim her şeyin yasak olduğu izlenimini edinmiştim.”
Nihan Kaya, Yazma Cesareti’nde bunun altını defalarca çiziyor: “Dünyaya rağmen sanatçı olmak hiç de kolay değildir. Çünkü sanatçı, öyle veya böyle içinde yaşadığı toplumu rahatsız eder. Eğer söylediğimiz şey kimseyi rahatsız etmiyorsa, aslında hiçbir şey söylemiyoruz demektir. Diğer yandan, söylediğimiz şey kimseyi rahatsız etmiyorsa, yeni bir şey de söylemiyoruz demektir. Aslında kimse yeni bir şey duymayı, görmeyi, alışkanlıklarının sarsılmasını istememektedir. Çünkü değişim, benliğin derinliklerinde korkutucu ve zor bir şey gibi hissedilirken, alışkanlıklar ve statüko güven duygusu verir.” Ne var ki dünyanın can damarlarına yaşam suyunu veren, alışkanlıklar ve statüko değil, sancılı ve sarsıcı bir doğum sürecidir. Picasso: “Her yaratıcı eylem, her şeyden önce bir karşı gelme eylemidir” diyor. Jung ise buna “Yaratıcı Yıkım” adını vermiştir. Nitekim, Mario Llosa “Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı, olduğumuzdan daha kötü, daha uzlaşmacı, daha az tedirgin, daha uysal olurduk” derken bunu kastediyordu.
Nihan Kaya, Rollo May’in Yaratma Cesareti adlı kitabına gönderme yaptığı, insanın aklını ve ruhunu karıştırmaya muvaffak olduğu eseri Yazma Cesareti’ne hayatlarımıza yön veren dikey ve yatay enerjinin neliği üzerinde durarak başlıyor. Basitçe ifade edersek, yatay enerji hergün yaşamımızı devam ettirebilmek için harcadığımız enerji iken; dikey enerji sadece kendi yaşamımıza değil, başkalarının yaşamlarına ve hatta dünyanın kendisine yeni boyutlar kazandırmak için harcadığımız enerjidir. Aslında dinleri ve bilimi de sanatın alt dalları gibi okursak bence fazla zorlama yapmış olmayız bu noktada.
Kaya, enerji kavramını boyutlandırırken Freud ve Jung’un libido ile ilgili görüşlerine başvuruyor ve kişisel kanaatimce, haklı olarak Jung’un tarafını tutuyor. Nitekim Freud libido terimini cinsel enerji bağlamında kullanmıştı, Jung ise yaşam enerjisi. Jung’a göre her biçim ve her hadise özel bir enerji formudur. Buradan yaratıcılık içgüdüsünün de kendisine has bir enerjisi olduğu sonucu çıkarılabilir. Dünya üzerinde hiçbir düzen sanatçının doğmasını, herhangi bir sanat eserinin üretilmesini desteklemiyor, desteklememiş. Her insan, onu çepeçevre saran yatay bir hayatın içine, daha da kötüsü, bütün şartlar ondan bu yatay hayatın akışına kapılıp gitmesini bekleyecek şekilde düzenlenmiş olarak doğuyor. Dünyanın düzeni yatay hayata uygun şekilde kurulmuş! Bu nedenle herhangi bir sanatsal üretim, doğası gereği bu akışın kendisiyle uyumsuz ve bu nedenle de hakim düzen tarafından tehdit olarak algılanıyor. Hayat, sizden dokuzda başlayıp beşte biten bir işe gitmenizi , akşam televizyonun karşısında vakit öldürmenizi ve böylelikle mutlu olduğunuzu düşündüğünüz bir yaşam sürmenizi ister. Buna rağmen kişi ayırdında olsa da olmasa da insan varlığının dikey boyutu, insanı sürekli kendisiyle ilgilenmeye çağırır ve insanın içindeki dikey enerji potansiyeli açığa çıkmak üzere bekler ve eyleme geçmediği müddetçe kişiyi rahatsız etmeye devam eder. Kaya’nın sözünü ettiği bu potansiyelden haberdar olmayan, İşi gücü, hali vakti yerinde, çok şükür sağlık problemi de olmayan biz sıradan ölümlüler “içimde sebebini bilmediğim, beni boğan, öldüren bir sıkıntı var” diye açıklamaya çalışırız bu durumu.
Ne demiştik, her şey bir enerji formudur. Ve hayat dikey yönde de olsa yatay yönde de olsa bu enerjiyi harcamakla akışını mümkün kılmaktadır. Jung’a göre toplam enerjimizin büyük bir bölümü tarafımızdan kullanılamamakta, hayatın olağan gidişini ayakta tutmak için harcanmaktadır. Tam bu noktada Baudrillard’a söz verelim: “Kitle sahip olduğu toplumsal enerjiyi tüketebildiği ölçüde bir kitle olarak algılanabilmektedir. Ve sistem bu enerjinin içine saplanıp kalmıştır. Gerçekte bütün iktidarlar kitlelerin dipsiz kuyusuna düşerek orada yok olmaktadır.”
Baudrillard’a göre insanın enerjisi çalan sistem ya da iktidar değil, kitledir. Yaratıcılığa soyunan insanın kitle karşısındaki durumu, kendi korkuları, kaygıları ve utancıyla dans etmek gibidir ve elbette tek kişilik bir danstır bu. Anthony Storr, Yaratıcılığın Dinamikleri adlı eserinde şöyle söylüyor: “ Yaratıcı kimselerin en belirgin özelliği bağımsızlıklarına düşkünlükleridir. Bu bağımsızlık özelliğinin bir diğer ilginç yönü ise yaratıcılıkları kuvvetli kimselerin, onlardan daha az yaratıcı çağdaşlarına oranla daha az derneğe ve sosyal gruba ait oldukları gerçeğidir.” Nitekim çocukların çoğu, sosyalleşmenin bir bedeli olarak samimiyetsizleşmeyi kabullenebilir hale gelirler.
Aykırı Fransız yazar Michael Tournier “Ayakta yazmak gerekir, hiçbir zaman diz çökerek yazmamalı” sözünü boşuna söylememiştir. Zira yaratıcı girişim gözden düşme tehlikesinin yüksek olduğu bir yolculuktur ve bu yolculuk sürüden kopmayı,tek başına ilerlemeyi, dışlanmayı, utancı göze almayı gerektirir.
Minerva’nın baykuşu karanlıkta uçar demişti Hegel. Sanatçı doğanın en değerli meyvesini de doğursa hiç kimse ona kucak açmaz. İşte bu önbilgilerin ışığında, kitabı okuyup bitirdiğinizde, geriye anlamlı bir soru kalıyor: “Hâlâ yazmak istiyor musunuz?”
Nihan Kaya’nın eserinin başında belirttiği Yazma Cesareti’ni kaleme alma nedeni ile bu yazıyı sonlandırmak isterim: “Türkiye’nin sorunlarının çözümlerinin sanatta yattığına, sanatı ve sanatçıyı anlamaya başlamamızla beraber diğer tüm problemlerimizin de kendiliğinden çözülmeye başlayacağına inanmak için güçlü nedenlerim var.”
Değil mi ki, “Benim gözümde kutsal kitaptan kat kat kuvvetli bir ilaçtır Siddhartha.” demişti Henry Miller.
YAZMA CESARETİ, Nihan Kaya, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013
0 yorum:
Yorum Gönder