20. ve 21. yüzyılın öne çıkan edebiyat tarihi çalışmalarından birisi kadın yazarların ürettikleri eserlerin antolojiler formatında toplanması ve bu şekilde bir kadın edebiyatı arşivi oluşturulmasına yöneliktir. Yazılan eserlerin tür, biçimsel özellikler ve yazıldıkları dönemler çerçevesinde sınıflandırıldığı bu çalışmalarda mektup ve günlük türünde yazılan metinler özellikle 18. yüzyıl ve sonrasında çoğalmaya başlar. Jane Austen ve Charlotte Bronte 18. yüzyıl kadın mektup romanlarının öne çıkan iki ismidir ve bu türde verilen eserler 1960 ve 1970'lerin feminist hareketleriyle de birlikte edebiyatta erkek iktidarını sorgulamaya başlamıştır. 20. yüzyıl öncesinde gölgede kalan ve hatta 'edebi' görülmeyen metinler otobiyografi ve etnografya külliyatında önemli bir yer edinmeye başlamıştır. Son otuz yılda giderek önem kazanan mektup romanlarda kadın yazarlar önceleri yok sayılan sorunların varlıklarını kabul ettirmiş ve onları sorgulamaya açmıştır. Metinlerde altı çizilenin kadının toplum ve ev yaşamında konumlandırılması ve kendini ifade etmesinin önündeki zorluklar olduğu görülür. Farklı coğrafyalardan kadın yazarların mektup romanlar türünde verdiği eserlerde, yazmak kadın yazar için gündelik olandan kaçış ve benliğe dönüştür. Kadınların mektup romanlar türünde eserler vermesi elbette sadece son otuz yılda görülen bir durum değildir. Yeni olan edebiyat tarihinde var olan eserlere yeni bir gözle bakılması ve kadın yazarların edebiyat kanonundaki varlıklarının kabul edilmesidir.
Kadın yazarlar tarafından kaleme alınmış mektup roman türünün en çarpıcı örneklerinden biri Amerikalı yazar Alice Walker tarafından 1982 yılında yazılmış ve dilimize Renklerden Mor adıyla çevrilmiş The Color Purple adlı roman, diğeri ise Charlotte Perkins Gilman'ın 19. yüzyılın sonlarına doğru yazdığı Sarı Duvar Kâğıdı (The Yellow Wallpaper) adlı otobiyografik öyküdür. Amerikan feminist edebiyatın iki önemli eseri kabul edilen metinlerde mektup, bir edebi tür olarak kadın sesinin topluma yöneltilen bir çağrı olarak duyulduğu metindir. Seksenden fazla mektuptan oluşan romanında Walker, Tanrı'ya ve kardeşi Nettie'ye içinde bulunduğu bunalımı aktarırken aslında birey-toplum ilişkisini en yalın haliyle anlatmaktadır. Mektupların on dört yaşında bir çocuğun gözünden yazılmış olması anlatının tonunu daha da çarpıcı kılmakta, çocuğun masumiyetiyle Afro-Amerikalılara yönelik şiddet metindeki temel zıtlığı oluşturmaktadır. On dört yaşındaki Celie'nin Tanrı'ya yazdığı kırka yakın mektupta okur Afro-Amerikan toplumunda bireye yönelik şiddeti kadın karakter üzerinden okumakta ve şiddeti aile içi ve toplumsal olmak üzere iki bağlamda ele alınmış olarak görmektedir. Walker, Celie'nin henüz ilk mektubunda babası tarafından uğradığı tecavüzü suçlanma korkusuyla kimseye anlatamamasından bahsederek yazıya konuşulamayanı duyulur kılma rolünü vermiştir. Mektup yazmak bir bakıma bir kadın olarak kendisine izin verilmeyen kamusal alana çıkma, kendisini görünür kılma eylemi, mektup bir kişisel manifesto metnidir. Mektupların alıcıya ulaşmadığı düşünüldüğünde ise yazan kişinin birincil amacının okurun kim olduğundan bağımsız olarak kendisini ifade etmek olduğu söylenebilir. Celie'nin birey olarak anlatının içinde duyulan sesi Gilman'ın Sarı Duvar Kâğıdı öyküsünde işitilen sesten farklı değildir. Ana karakter meraklı bir okurun metinde satırlar arasında gezinmesi gibi dolaşır duvar kâğıdındaki figürlerin kıvrımlarında. Doktor eşi tarafından kilitli tutulduğu odada saatlerini duvara bakarak geçiren kadın, kendisini duvardaki figürlerde gezinirken hayal ettiği an nihayet hapsolduğu odadan çıkmanın yolunu bulmuş olur. Gilman'ın duvar kâğıdı metaforuyla vurgulamak istediği, kadınların bireyselliklerini bir tür kaçma/uzaklaşma eylemi olarak gerçekleştirmeleridir. Ev yaşantısında ve genel olarak toplumda sözlü ve fiziksel şiddete, cinsel istismara maruz kalan kadınların bir portresi olarak karakterleştirilmiş Celie ve Jane'nin kaçtıkları yer satırlardır. Postalanmayan ve kimseye ulaşmayacak mektuplar yazmak bir nevi delilik belirtisi olarak görülse de yazmak kadın birey için bir tür aşkınlık hali, şiddete karşı en şiddetli başkaldırıdır.
Kadınların seslerinin duyulmadığı ve varlıklarının bir cinsel obje olarak sadece bedene indirgendiği toplumlarda yazmak, kadına kapalı tutulan toplumsal yaşama girmenin ve 'görünür' olabilmenin bir yoludur. Otobiyografilerden farklı olarak yazarın kendisini bir başkasına anlattığını mektup romanlarda yazmak kadının evde ve toplumda tanık olduğu her türlü kötülüğün okura aktarımı ve bu nedenle de 'bilinçlenen' okura sorumluluk yükleme eylemidir. Metne kaçan kadın yazarın özgürlüğü bilinçlenen ve sorumluluğu ağırlaşan okurun hapsolmuşluğuyla ters orantılıdır. Mektupları okuyan kişi - yani bizler - her mektupta toplumsal yaşamın içselleştirdiği yeni bir baskı ve şiddete tanık olur, öğrendikçe kendi hapsolmuşluğumuzun farkına varırız. Kadın yazar, sesi duyulduğu ölçüde özgürleşir ve yazarın sesini duymak anlatılan acıyı paylaşmaksa eğer okur okudukça öğrenir, öğrendikçe acı çeker. Okurun bilinçlenmesi bir özgürlük kaybıdır; mektupların ulaştığı okur artık öğrendiklerini yok sayma, bilmiyorum deme özgürlüğüne sahip değildir.
THE COLOR PURPLE, Alice Walker, Phoenix, Orion Books, 2004.
0 yorum:
Yorum Gönder