Yıl: 1916. Mekân: Ankara...
Herkesçe bilinen ama kimsenin dile getir(e)mediği, Ermeni ve Rumların yaşadığı mahalleleri hedef alan Büyük Ankara Yangını’yla başlıyor Levent Cantek, belki de hikayelerinden en vurucusuna. 1916 Yangını kapalı bir kutu, dile getirilmeyen, çoğu zaman görmezden gelinen çünkü/ve kabul edilmek istenmeyen ortak günahlarımızdan biri. Berat Pekmezci'nin çizgileriyle hayat bulan bu hikayeyle açılışı yapan dumAnkara: Hayat Bir Yangındı, bize -Ankaralı değil belki ama- Ankara'ya, yoksunlara/yoksullara, suçlulara, kaybolmuşlara, dışlanmışlara dair hikayeler anlatmak yerine onların konuştukları/seslerini duyurdukları bir mecra vadediyor.
“dumAnkara: Hayat Bir Yangındı”, Levent Cantek'in 21 hikayesinin 19 çizer tarafından çizgileştirilmesiyle oluşmuş kolektif bir “Uzak Şehir” eseri. Uzak Şehir, “grafik roman üretimini arttırmak için” bir araya gelerek hayat verilen -umarız ki uzun soluklu olacak- bir oluşum. İlk eserleri de çoğu zaman görmezden/duymazdan gelinen, gayrı resmi başkent İstanbul tarafından hakir görülen, küçümsenen; ikliminden, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatına kadar birçok yönüyle kendini “ağabeyine” beğendiremeyen bir kente; Ankara'ya çeviriyor yüzünü. Bu açıdan, proje belki de tam zamanında hayata geçirilmiş. Malum Emrah Serbes'in kendini aşan bir popülariteyle diziye uyarlanan romanı Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi’nin son 3 sezondur sadece Anadolu'nun çorak topraklarını değil tüm Türkiye'yi kavurduğu; bir başka deyişle Ankara'yı diğer kentlerdeki insanlara tanıdık kıldığı bir dönemde hayata geçirilen bir proje karşımızdaki. Böylece bize televizyondaki görsellikten kitaptaki görselliğe doğru geçişken bir seyre dalmak kalıyor...
Bir şehrin kaybedenleri...
Levent Cantek, kitabın girizgâhında onu böyle bir projeyi örgütlemeye yönelten nedenleri ve aslında okuyucunun beklentilerini neler etrafında şekillendirmesi gerektiğiyle ilgili ipuçlarını veriyor. Edebi dilinden sual olunmayan Cantek'in bu kısa girişi de aslında en az öyküler kadar ilgi çekici ve heyecan verici. İlk olarak amacının bir Ankara profili çizmek, tabir-i caizse Ankara'nın iyi bir reklamını yapmak olmadığını belirtiyor. Zaten hikayeleri okudukça bu uyarının ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Zira anlatılan hikayelerin bir kente ait olmadıklarını ve fakat belirli bir kentte geçtiklerini görüyoruz. Bu kent Ankara…Burada belki de oldukça samimi bir şekilde Cantek, Ankaralı olmaktan kaynaklı bir refleksle, belki de en iyi tanıdığı bu kente vefa borcunu bir nev'i yarattığı karakterler üzerinden ödeyerek anlatmayı tercih ediyor öykülerini. Ancak, bürokrat/memur kenti olarak belletilen genel kanının aksine, Ankara'da yaşayan karakterlerini hayatın figüranlarından seçiyor. Otobiyografik öğeler taşıyan hikayelerdeki bu karakterlerin büyük bir kısmı çoğu zaman toplumun geri kalanı tarafından görülmeyen, kamusal hayatta tedirginlik yaratan, genel geçer kurallara uyum sağlayamayan “kaybedenler”...
Her şey bir yangınla başladı...
Yukarıda da bahsettiğim gibi 1916 Ankara Yangını'nı konu alan Berat Pekmezci'nin çizgileriyle hayat bulan ilk öykü- Ankara 1916- böyle bir proje için oldukça kıymetli bir başlangıç. İttihatçıların ortasında hümanist bir romantik olan kahramanımız Fehmi'nin üç gün süren yangınla, masumiyetini, hayallerini doğru bildiği gerçekleri kaybedişine tanık oluyor okuyucu. Refik Halid Karay'ın piyanolarla ilgili alıntılarından ilham alan öykü, Fehmi'nin yaşanan katı gerçeklere inat bir piyano başında yaşadığı gerçekleri sorgulayışını ve belki de en nihayetinde Ankara'yı kabullenişiyle son buluyor. Mert Yavaşça'nın çizgilerinden çıkan öykü Hacıbey'de yine “vatan”, mücadele, direniş kavramlarının zemininin kayganlaştığı bir dönemde, öldürmeye tövbeli Hacıbey'in aşkı, istemediği halde mecbur bırakıldığı zorunluluklar anlatılıyor. Karşımızdaki, tarih kitaplarında anlatılan alışık olduğumuz türde değil; zaafları, korkuları, düş kırıklıkları olan, yorgun düşürülmüş bir kahraman ve fakat yine de bir kahraman.Murat Başol tarafından çizgileştirilen Pantolonlu Kadın'da ise artık (siyasi) savaş ortamından uzaklaşıyor okuyucu, ancak bu sefer bir başka mücadele alanında; Ulus'un arka sokaklarında, “iyi” vatandaşların sokakları boş bıraktığı saatlerde iki anti-kahramanın dünyasında alıyor soluğu. Bir taksi şoförü ile bir şarkıcının ezberbozan ilişkilerini “film noir” atmosferinde grafiğe döküyor Başol ve yarattığı gölge oyunları ve keskin çizgilerle etkileyici bir dil yaratıyor. Macar isimli öyküde Gökhan Güneş'in çizgileriyle 1920'lerde Türkiye'de bir yabancı olmanın tezahürlerine iki farklı dil/bakıştan tanık oluyoruz: Hem “Macar” kahramanımızın gözünden Anadolu'yu ve insanlarını; hem de Anadolu insanının algı dünyasından bir “yabancı”yı anlatıyor Cantek. Güneş'in etkileyici çizgilerinin bu iki bakışı aynı karede eritmesi okuyucunun ilgisini ayakta tutuyor. Ayhan Hayrula tarafından çizgileştirilen Çinli Recai ise genç yaşta “alemin defterini dürmeye” odaklanmış Recai'nin şiddet ve hüzün dolu hikayesini öğrenmemiz için bu karanlık dünyayı betimliyor bize; en azından Ankara'nın arka sokaklarında görmezden gelinen bu adamı tanımamızı istiyor.
Diğerleri…
Emre Yüce'nin kaleminde hayat bulan Tatlıcı Nazmi ise, bir kenar mahallede ezilen/hor görülen bir dışlanmışın- Nazmi'nin- hayatının, belki de kendi geçmişini gördüğü bir grup genç tarafından nasıl elinden alındığını, okuyucunun midesine bir yumruk indirerek anlatıyor. Bu öyküyle beraber, belki de hayatın iki kutuptan/iki renkten oluşmadığını göstermek istiyor Cantek; kötü ve iyi kavramlarının, dışarıdan yekpare görünen gerçeklerin içeriden nasıl parçalandığını gösteriyor. Emre Yüce'nin Tatlıcı Nazmi'den sonra hayat verdiği bir başka öykü/kahraman da Ömer Ayna. Bir çocuğun çocukluğunu zehir eden çocuk bir zorbayla hesaplaşmak için Ankara'ya dönüşü anlatılıyor. Her ne kadar çocukluk bitmiş, herkes kendine farklı bir hayat da kurmuş olsa, hayata devam etmek için gerekli olduğunu hissediyorsunuz bu hesaplaşmanın. Orhan Kemal ile birlikte bir komiserin futbol diliyle harmanlanmış bir aşk cinayetini çözüşüne yine Emre Yüce'nin çizgileriyle tanık oluyoruz. Futbolun kendine has teknik dilinin aşk ve cinayetin ilgi çekici diline başarıyla uyarlanmış olması hikayenin okuyucu gözünde okunabilirliğini yükselterek, vahşet hikayelerinin arasında kimi zaman gülümsememize vesile oluyor. Bir kez daha görüyoruz ki, hayatımızda keskin çizgiler yok; iyi ve kötü, aşk ve şiddet, vahşet ve şefkat çoğu zaman birbirini kesiyor, birbirlerinden rol çalıyor.Utku Yavaşça'nın çizgileriyle nefes verdiği ilk öykü bir hamalın “görünür” olmak için, hayatta kendine bir sahne kapabilmek için yaşadığı sonu hüsranla, kaybedişle biten öyküsü Nam. İkinci öykü ise bizi eski bir Ankara evine götürüyor ve teatral bir atmosferde geçmişte kalan bir aşk üçgeninin yeniden hayat bulmasını eski bir Koltuk çevresinde “yeniden canlandırıyor”. Boksör'ün Ömrü'nde eski bir boksör olan Hamit'in yol arkadaşı Necip'i bilinmemesine, hatırlanmamasına inat ölümsüzleştirmesini Taner Duran'ın çizgileriyle okurken; Zeynep Özatalay'ın çizgilerinde hayat bulan Güzel Cemile kitabın ilk kadın başkahramanı Cemile'nin yoksullukla kısıtlanmış, sömürülmüş, çalınmış hayatını bize Ankara'nın kenar mahallerinden anlatıyor. O zaman daha iyi anlıyoruz ki yoksulluk en çok kadınları vuruyor.
Sefa Sofuoğlu'nun kaleminden hayat bulan Mazhar ile Galip, iki ırgatın aykırı dostluğunu, “inanmayı istemek” üzerinden anlatırken; Aşıklar Unutmaz'da Murat Gürdal Akkoç, hayal kırıklıklarıyla dolu umutsuz bir aşk hikayesini baş kahraman İzzet'in gözünden çiziyor. Uğur B. Sertçelik'in çizdiği Bu Dünya Yalan Polis Efendi, 1950'lerin Ankara'sında bir garip polisiye hikayeye konuk ederken bizi; kitabın belki de en ilginç hikayesi Nohut iki alışılmadık kahramanla, “bir kedi” ve “bir futbolcu” ile Taner Duran'ın çizgilerinde hayat buluyor. Giriş bölümünde bir futbol hikayesiyle, bir Ankara kedisi hikayesini harmanlama isteğinden kaynaklandığını belirttiği bu senaryosunda, Levent Cantek bir kedi ile kaybetmiş bir futbolcunun Ankara'da tutunma hikayesini anlatırken, Ankara kedisi ile “Ankara”lı kedi olma arasındaki farkı, insanlığa özgü sınıfsal konumlara gönderme yaparak bitiriyor öyküsünü.
Ankara'dan uzaylılara karşı mücadele eden bir “süper” kahraman- Neşet Coşar diğer öykülerden farklı tarzıyla bizi şaşırtırken, Sümeyye Kesgin kitabın en güçlü grafik işlerinden birini çıkarıyor. Ferdi'de ise ikili bir hayat yaşamaya mecbur bırakılan bir yazarın hikayesinden yola çıkarak cinsel kimliklerinden ötürü belki de arzu ettiklerinden farklı bir yön çizdikleri bir dünyaya “maruz kalan” dışlanmışların yaşamlarına Berat Pekmezci'nin gerçekçi çizgileriyle konuk oluyoruz. Efkar'da 1980'lerin Ankarasına gidiyoruz ve hikayenin gerçek ismini bilmediğimiz kahramanı Efkar'ın, arka planına dünyanın ve Türkiye'nin yaşadığı dönüşümü alarak ölümle biten hikayesini Ömürden Bakaçhan'ın çizgileri eşliğinde okuyoruz. Cantek bu öyküde yine, belki de her gün sokakta defalarca karşılaştığımız ama görmediğimiz bu kahramanı hayatımıza sokuyor, iyi de yapıyor! Karikatür dünyasında tanınmış bir isim olan Ender Özkahraman tanıdık çizgileriyle Bilmiyorum Fatma'ya hayat veriyor. Levent Cantek'in gerçek bir davadan esinlendiğini belirttiği öyküde toplumsal linçin absürt bir tezahürüne tanık oluyoruz. Politiğin, politikliğin kimi zaman maruz kalınan gerçeklikler olduğu etkileyici ve bir o kadar da gerçekçi bir dille anlatılıyor.
Kitabın son öyküsü Skor'u Deleuze ve Guattari'nin, “arzu”nun insanda kendini yenileyerek sürekli üretimine yaptıkları vurgudan hareketle okumak gerekiyor belki de. Çağrı Coşkun tarafından çizgiye dökülen hikayeyle birlikte artık günümüze geliyoruz ve yaşam şeklinin, sosyal, mekansal, kültürel hayatın geçirdiği keskin dönüşümlere tanık oluyoruz. Hayatımızın akışını belirleyen başarı ve arzunun sınırlarının kimi zaman araç olmaktan çıkıp hayatımızın amacı haline geldiğine ve nihayetinde anlamının bulanıklaştığına dair bir hikaye karşımızdaki. Levent Cantek'in bu kitabın ortaya çıkmasında etkili olduğunu itiraf ettiği İstanbul/Ankara karşılaşmasını en açık bu hikayede görüyoruz. Kahramanımız hikayenin sonlarına doğru: “…sadece İstanbul var gibi bir şey bu. İstanbul ve diğerleri var ama diğerleri de İstanbul olmak istiyor. Sadece İstanbul yok diyorsun ama herkes onu taklit ediyorsa sadece İstanbul var demektir.” diyerek kitap için etkileyici bir kapanış yapıyor.
UnutulAnkara
“dumAnkara: Hayat Bir Yangındı” her şeyden önce iyi niyetli bir proje. Türkiye'de çizgi romanın bile sanat çevreleri tarafından kıymeti anlaşılmamışken, grafik roman kavramını insanlara tanıtmayı, sevdirmeyi hiç olmazsa böyle bir terimi hayatımıza dahil etmeyi istiyor. Hikayelerin çoğunun dili oldukça akıcı olmakla beraber, kısalıkları belki de daha fazla keyif alacağınız, kendinizi daha fazla kaptıracağınız bir seçki olmanın önüne geçiyor. Genelde sanat ürünleri, özeldeyse edebiyat ürünleri için dikkat çekici olmayan/küçük görülen bir kenti, Ankara'yı merkezine alması ise oldukça cesur bir tercih. Daha da cesuru hikayelerin alt sınıfları, yoksunları-yoksulları, suçluları, alkolikleri, dışlanmışları yine Ankara'nın yok sayılan, görülmeyen, gidilmeyen mekanlarında Kale'de, Altındağ'da, Eskitepe'de buluyor olması. Bu açıdan belki de projeyi kıymetli kılan madunları konuşmak yerine, onları konuşturmayı tercih ediyor oluşu; yalnız yine aynı nedenden okuyucunun kitaba edebi kaygılarla yaklaşmaması gerekiyor. Madunlar kendilerini temsil edecek araçlardan yoksunken Levent Cantek onlara ses veriyor, bu projeyle Ankara'nın kültürel iklimini altsınıflar bazında tartışıyor.Hikayelerin belki Ankaralı olmak gibi bir kaygıları yok ama Ankara'da yaşayan/yaşamış herhangi birine, gerek kullandığı dil gerekse çizerler tarafından başarılı bir şekilde hayata geçirilen görselleriyle Ankara'ya dair olduğunu hissettiriyor. Ve kitabı bitirdiğinizde İstanbul'a karşı Edip Cansever'in şu dizelerini haykırmak istiyorsunuz: Ne gelir elimizden insan olmaktan başka, Ne çıkar siz bizi anlamasanız da...
Yazar yerinde ve doğru tespitlerle dolu bir kitap analizi yapmış. Tebrikler....
YanıtlaSilÖncelikle elinize sağlık, yazınızı çok beğendim. Yazıyı okuyunca merak ettim, üşenmedim gittim aldım kitabı, 2-3 saatte bitiyor zaten. İlk olarak ben sizin beğendiğiniz kadar beğenmedim, onu belirteyim. Bazı hikayeler gerçekten güzel ama bazıları da biraz anlamsız. Gerçi, Ankara'da uzun yıllar yaşayıp, sonra İstanbul'a ''mahkum'' olmuş bir insan olarak, kitap vesilesiyle özlemle andım Ankara'yı. Ayrıca, dizilerde fazlasıyla maruz kaldığımız ''zengin'' hayatından sonra, dediğiniz gibi dışlanmışları, yoksulları anlatması çok yerinde olmuş. Gerçekten bazen ''ne gelir ellerinden insan olmaktan başka''. Olumsuzluklarına rağmen herkesin okuması gereken bir kitap.
YanıtlaSilNedir Ankaralıların bu İstanbullulardan çektiği :) Bence her şehir için bir kitap yazılarak genişletilebilecek bir seri bu. Çok da güzel olur doğrusu!
YanıtlaSilGrafik roman'ın çizgi roman'dan farkı nedir? Ben pek anlayamadım, soran olsaydı çizgi roman derdim dumankara'ya.
YanıtlaSil