"Yepyeni bir dünyanın hızla yaklaştığını gördüm. Daha bilimsel, verimli bir dünya, evet. Eskiden beri var olan hastalıklara çare bulunan bir dünya. Çok iyi. Ama aynı zamanda katı, zalim bir dünya." (Ishiguro, 2011:256).
Kazuo Ishiguro (2011), Beni Asla Bırakma/Never Let Me Go adlı romanında şok edici bir sıradanlık sunar okuyucusuna. Zamansız veya geçmişteki bir şimdide, okurunu kendi bedenine bakmaya, onu sorgulamaya davet eder. Bağışçıların, organ üreten bedenlerin, yaşantılarını anlatırken Kazuo Ishiguro, fütüristtik bir evrenin değil, içinde bulunduğunuz anın ağlarına yakalandığınız hissi tüm duygularınızda kol gezer. Bu his, organ üreten bedenlerin (birey denilebilir mi?) ve onları kendi rollerine hazırlayan kurumsal ve bilişsel mekanizmaların, nasıl kurgulandığını gördükçe artar (aynı zamanda o mekanizmalar bu hissin kaynağıdır da). Ishiguro’nun ortaya koyduğu bu dünya, sıradanlığı ile okurunu; beden-politika, doğa-insan, organik-inorganik gibi ikilikleri yeniden ve yeniden düşünmeye sevk eder.
Beni Asla Bırakma’nın kahramanı Kathy H. henüz organ bağışında bulunmamış fakat organ bağışı yapan kendisi gibi üretilmişlere bakıcılık yapmaktadır. Roman onun anıları etrafında şekillenir. Roman, geçmişe doğru ilerler, şimdi ise yıkıma evirilir. Kathy H, bakıcılığı bırakıp tıpkı arkadaşları gibi organlarını bağışlamaya başlayacak ve yakında ölecektir. Ama o da yine diğer “üretilen”ler gibi ölümü aslında hep yaşar. Kathy ve arkadaşları sonsuz bir üretim ve yeniden-üretim çemberinde “hayatlarını” sürdürürler. Kendilerine ne olacağını bilirler; onların deneyimledikleri ölüm değil tükenmedir. Bile isteye organlarını “gerçek” insanlara verirler. Kaçma, isyan etme girişimleri, hatta hayalleri bile yoktur Ishuguro’nun organ bağışçılarının.
Organ bağışçılarını, Hailsham adı verilen bir okulda o kaçınılmaz geleceklerine gözetmenleri hazırlar. Okulda ağırlıklı olarak sanat eğitimi verilmekte, “üretilmiş”lere geleceklerinin ne olduğu ise açık bir şekilde anlatılmaz. Fakat onlar bilirler başlarına ne geleceğini ama bunu mesele etmezler. Aksine “normal” insan olmadıklarına veya gelecekte organ bağışı yapacaklarına dair konuşmalardan utanırlar ve konuyu kapatmaya gayret gösterirler: “Bazı konuları görmezden gelmeye özen göstermemizin sebebi, utanmamızdı” (Ishiguro, 2011:73).
Roman önceden belirlenmiş geleceklerine yürüyen üretilmiş/yaratılmış bedenlerin (insanların?) öyküsünü gözler önüne sererken hikâyeye eşlik eden duygu utançtır. Organ bağışçılarının “normal” insanlarla karşılaşmalarına, bu karşı karşıya gelmeye daima utanç eşlik eder. Hailsham’a gelen “normal” bir insanın (okula gelen bu insanı Madam olarak tanırlar) tepkisini Ishiguro, kahramanın ağzından şöyle ifade eder: “Madam gibi başka insanların, sizden nefret etmeseler, kötülüğünüzü istemeseler bile sizi gördükleri, sizin bu dünyaya nasıl ve neden getirildiğinizi düşündükleri an ürperdiklerini, ellerini sizin elinize değdirmekten çekindiklerini, bunu hiç istemediklerini öğrenirsiniz” (Ishiguro, 2011:42-43). Kathy H, Madam’la karşılaştığında durur ve yüzüne bakar: “Şimdi bile, bastırmaya çalıştığı ürpertiyi görebiliyordum, içimizden birinin ona kazayla dokunma ihtimalinden dolayı duyduğu gerçek korkuyu” (Ishiguro, 2011:41). Madam’ın korkusu, organ bağışçılarının bazı konuları konuşmaya başladıklarında hissettikleri utançla birleşir. Madam’ın korkusu, görülmek istenmeyenin aniden görünür ve görmeme isteğinin ardında gizlenen “gerçeğin” ayan olmasıyla utanca dönüşür. “Gizlenen gerçek”; insan ile insan olmayanı belirleyenin ne olduğu, insani olanla olmayan arasındaki sınırın varlığıdır. Bu sınırla karşılaşmak, insanda insan-olmayanla, insan-olmayanda ise insan olanla yüzleşmek utancın asıl kaynağıdır.
Utanmak, Agamben’den ödünç alınarak söylenirse, kabul edilemeyecek bir şeyle karşılaşmak, onunla burun buruna gelmek anlamına gelir. Fakat kabul edilemeyecek olan şey utanç duyana dışsal değildir, bir mahrumiyetin sonucudur. Utanma, birbiriyle girift yapıda iki sürecin üst üste bindiğini gösterir. Bir yandan kendi içindeki mahremiyetle (örneğin fizyolojik hayatla) karşılaşılırken, diğer yandan bu mahrem edilgenlik alt edilmek istenir. Agamben, utancın içeriğinin öznenin kendi özneliğinin-yok-edilmesi olduğunu ifade eder: “Utançta öznenin kendi özneliğinin-yok-edilmesinden gayrı bir içeriği yoktur; kendi rahatsızlığının, bir özne olarak kendi bilincini kaybetmenin tanığı haline gelir. Hem özneleşme hem de öznelliğin-yok-edilmesi biçimindeki bu ikili hareket utançtır” (Agamben, 2010:106). Böylelikle Levinas’ın, utancın açığa çıkardığı şey, kendisini keşfeden Varlık’tır (Levinas’tan aktaran:Agamben, 2010:106), önermesi anlamlı hale gelir. Utanç, tam da insanın Varlık ile karşılamasında deneyimlediği duygu olarak ontolojik bir yer edinir (Agamben, 2010:106).
Agamben’in yorumu takip edildiğinde, Ishiguro’nun romanında, organ bağışçıları ile karşılaşan “normal” insanın ve bağışçıların hissettiği utançta özneleşme ile-özneliğin-yok-edilişi, benliğin-yitirilmesi ile benliğe-sahip-oluş, tebaalık ile egemenlik birlikte üretilir (Agamben, 2010:108). Öznelliğin özünde utancın olmasının nedeni, onun kuruluş itibariyle özneleşme ve öznelliğin-yok-edilişi biçimini içinde barındırıyor olmasıdır. Utanç, özneleşme sürecinde öznelliğin-yok-edilişini ortaya çıkaran ama aynı zamanda öznelliği-yok-edilişinde özneye tanıklık eden arta kalandır (Agamben, 2010:112). İnsan olanla olmayanı yeniden ve yeniden üreten sınır utançla ayan hale gelir.
Giorgio Agamben, özneleşme ile özneliğin-yok-edilişinin, benliğin-yitirilmesi ile benliğe-sahip-oluşun kaçınılmaz bir biçimde tebaalık ile egemenliğin üretimiyle aynı sürecin parçası olduğunu savlamaktadır (Agamben, 2010). Kurucu ilk bağ böylelikle insanın “mahremiyle” karşılaşmasıdır. Konuşabilen, düşünebilen varlığın, fizyolojik hayatıyla yüz yüze gelmesidir. Bu karşılaşma, insan olanla olmayan arasındaki sınırın nasıl inşa edildiğini/edileceğini değil tam da sınırın kendisini sorunsallaştırmayı gerektirir. Beni Asla Bırakma’nın araladığı ve Agamben’in derinleştirdiği, utancın sınırın esnekliğini, müphemliğini ortaya çıkarmış olmasıdır. Roman, sınırı tahkim çabasının nasıl her zaman başarısızlığa uğradığını gösterir. İnsani olanla olmayan arasında olduğu kabul edilen farkın kolayca aşılabileceğini, yeniden ve yeniden kurulabileceğini, sınırın nicelikselliğini fark ettirir.
0 yorum:
Yorum Gönder