2011 yılının sonlarıydı, Van’da art arda depremler yıkımlar oluyordu. Yüreğimizin içindeki fay hattı da orayla oradakilerle birlikte sıkışıyor, kırılıyor, darma duman oluyordu. Ara ara depremin en çok vurduğu Erciş’te yaşayan M. Uçan’la görüşüyorduk. “Gene sallandık!” diyordu, “Bu seferki çok şiddetliydi!” diyordu, “Tam alışmaya başlamıştık ki, kendini gene hatırlattı!” diyordu, “Bütün kitaplarım içeride kaldı, ağbi okuyacak tek bir kitap bulamıyorum!” diyordu. Onca konuşmamızın arasında beni en çok etkileyen sözü bu oluyordu. “Okuyacak tek bir kitap bulamıyorum…”
Borges’in, “Cennet kocaman bir kütüphane olmalı!” diye bir sözü vardır. O zaman tek bir kitabın olmadığı yer de cehennemdir. İşte M. Uçan, o cehennem günlerinden sonra kendi cennetini kendisi kurmaya başladı. Bu cennetin ilk tuğlası da, ĞĞĞĞ TUUUHHH! [En Uzun Gece]. Bir cennet tuğlası için tuhaf bir isim ama zaten farklı bir kitap olduğundan, ismiyle müsemma diyebiliriz.
En Uzun Gece, dört uzun öyküden oluşan bir ilk kitap. ĞĞĞĞ TUUUHHH! yani [En Uzun Gece] yaklaşık doksan sayfalık, -şahsıma ithaf edildiği için benim için ayrı bir yeri olan- kitabın en uzun öyküsü. Öykünün minimale doğru gittiği bir zamanda M. Uçan farklı bir yol izleyerek maksimale doğru yol alıyor. Öykü, yitirilen annenin ardından akla gelen birbiriyle alakasız düşünceler ve yapılan eylemler bütünü olarak özetlenebilir. Ancak herhangi bir özet, kapakta yer altı öyküleri olarak geçen bu öyküyü/leri anlatmaya yeterli olmaz. Soba boruları meydan savaşından, saz tekniklerine, askerde âşık olunan kadından, boşanma davası dilekçelerine, çalış(a)ma/ma hâllerinden, editör eleştirilerine… pek çok farklı konu ve durum bilinç akışı tekniğiyle öykünün içinde yer alıyor. Benim çok başarılı bulduğum ve beğendiğim yazarın tarzı kimi okurlar için anlaşılmaz gelebilir ama hayatta böyle bir şey değil mi zaten? Yazarın dediği gibi, “Doktor olmak için başlıyorduk yarışa tesisatçı oluyorduk, öğretmen olmak için başlıyorduk müdür oluyorduk, çoban olarak başlıyorduk vekil oluyorduk…” Zaten yazar anlaşılamama ihtimaline karşı önlemini gene öyküsünün içinde alıyor. “Oysa yazının, okur değil de, bir tek yazarı tarafından anlaşılacağını geç anladım.” Sevgili okur, sen de her şeye anlam yüklemekten, her taşın altında anlam aramaktan vazgeç, okuduklarından keyif almaya bak. Okuduğun metin sana edebi haz veriyorsa amacına ulaşmış demektir.
“…de peki, neden yazarız, neden? Yazmanın nedeni dayakçı bir baba olabilir ya da yolda yürürken aniden kopan bağcıklarınız. Sabah kapıyı açtığınızda size saldıran bir kedi de. Barış istediğimizden de olabilir, tabii, büyük bir savaş da. Zaman zaman insan türünün yok olmasını istemek özlenen bir tablodur. Yazmanın nedeni açlık da olabilir, şimdiki gibi soğuk da. Delirmek de olabilir. Sözgelimi bir hipodromda iyi bir jokeyken ve en iyi at sendeyken herkes senin üstüne bahis tutmuşken atını ansızın geri çevirip bir okyanusa sürebilirsin. Ölümü unutmaktan da olabilir, aynı zamanda yaşadığını unuttuğundan da…”
“Kalktım. Kafamdakileri dağıtmak için yarım bıraktığım öykülerden birini tamamlamaya çalıştım. Tamamlayamadım. YARIM KALMIŞ ÖYKÜLERİM… Birçok işyerinden kovulma sebebim, takmadığım Tanrı’dan, bir-iki saat gibi önemsiz, uyku dilenme sebebim, yataktan çıkmamı engelleyen kahrolası uyuzluk sebebim, (bunlar bir yana) en önemlisi Bay Bilmiş’in doğma sebebi…” Kitabın ikinci öyküsü, Haydi! Geç Kalıyoruz…’da anlatılan budur denilebilir. İşyerleri, bir satır fazla yazma uğruna işten, uykudan çalmalar, sonrasında bitmeyen, yarım kalan öyküler ve kovulmalar…
Anamın Rüyaları…, yazarın klasik anlatım tarzına en yakın duran öyküsü, iyi bir öykü olmasına rağmen, diğerlerinden farklı bir yerde durduğunu, kitabın bütünlüğünün dışında olduğunu söylemeliyim. Kafka’nın Dava’sında olduğu gibi, kahramanımız bir anda sebebini bilmediği bir suçun faili olarak aranmaya başlanır. Öykünün kahramanı, robot resmini asan polislere yardım eder, işyerine gider, esnaf tarafından linç edilmekten korkar, siner, herkesin kendisini ihbar edeceğinden endişe duyar, her duyduğu sirenden gördüğü tepe ışığından ürker hale gelir, başına gelebilecekleri tahayyül etmeye çalışır, kaçamayacağını bile bile dener… Öyküde geçen, “Lise yıllarından kalan bir alışkanlıktı. Bir polis gördüğümde ya yolumu değiştiriyordum ya da görüntüsünün kaybolduğuna emin oluncaya kadar başımı önümden kaldırmıyordum,” ülkemizin gerçeği olup, edebiyatımızda polisiye neden gelişmedi, sorusunun da belki yanıtlarından biridir.
Parçalı Bulutlu’da yazar gene o alışılmış kalıpların dışındaki tarzına dönüyor. Eczanede çalışıp, öyküler yazarken, bir hemşireyle tanışıp evlenen, çalışmayı bırakıp evde kitap yazmaya başlayan masum bir adamın öyküsünü okuduğunuzu zannederken, araya tramvay hatları, çocukluk kuyuları, ayran aşı tarifleri, Batı’da tutunamama durumları, hocaya sorular giriyor… sonunda da adamın o kadar da masum olmadığını anlıyoruz.
M. Uçan’ın oyunlu, keyifli bir tarzı var. Genel olarak bilinç akışı tekniğine yakın durduğu söylenebilir. Yazmak eylemi ve işsizlik temaları bir şekilde tüm öykülerinde hissediliyor. Sokağı, çamuru, soğuğu anlatıyor, okurken o çamurlu sokakta üşüdüğünüzü hissediyorsunuz. Klasik kalıpların dışına çıkarak post modern bir kurgu oluşturan yazarın, bu işten alnının akıyla çıktığını söyleyebiliriz. Kurgu Kültür Merkezi Yayınları’ndan çıkan kitabın kapak fotoğrafı Alphan Yılmazmaden’e ait olup, başarılı kapak tasarımı da dikkat çekiyor.
M. Uçan, yazdıklarını ‘anlık’ olarak nitelendirip, özelliklerini de En Uzun Gece öyküsünün içinde belirtiyor: “Özellikle anlık hayatta yaşanan travmaları ince bir gözlemden geçirerek alaycı ve olabildiğince doğal bir dille yazıya dökmeye çalıştı. Karakterlerinin kimisi ölümü, kimi de işsizliği kendisine dert edinmiş saplantılı kişilerdi. Bunların dışında bazen ‘yazma’ eylemine kafayı takan karakterlere de yer verdi. Hiçbir öyküsünün sonunu getiremedi ya da getirmedi. Son zamanlarda yazın dünyasına anlık diye yeni bir tür kazandırmak için çok çalıştıysa da başaramadı.”
Ben, M. Uçan’ın başaracağına, her yeni kitabıyla kendini aşacağına ve yazı hayatımızda önemli bir yer edineceğine inanıyorum. Yolun açık olsun M. Uçan…
0 yorum:
Yorum Gönder