Otorite kavramını en çok sorgulayanlar anarşistler olmuştur. Bu yanıyla pek çok düşünce sistemini de etkilemişlerdir. Kendi çapında ilk bilinçli anarşist Proudhon’du. Devlet otoritesinin olmadığı bir toplum Ütopyasını “Mülkiyet Hırsızıktır” ve “Anarşi Düzendir” diyerek savundu. Bakunin’se Marx’ın Kapital’ine ne denli hayran kalsa da devlet otoritesinin olmadığı, sonsuz bir özgürlük isteğiyle yanıp tutuştu. Ona göre, sosyalizmin olmadığı bir özgürlük adaletsizken, özgürlüğün olmadığı devletli bir sosyalizm kölelikti. Kropotkin devlet otoritesinin birden yıkılmayacağını ve evrimci bir dönüşümü savundu. Stirner bilinçli bir egoistti, devlette birlikte toplumu bile reddetti. Tolstoy ve Gandhi ise otoriteye karşı sevgiye ve kardeşliğe dayalı mistik bir formu benimsediler. Çağdaşımız Bookchin de ekolojik bir açıdan karşı çıktı otoriteye. Hepsinin de otoriteye karşı kararlı bir tutumu vardı, her ne kadar ütopyalarında yer yer tutarsızlıklar olsa da. Ama pek çok düşünürü derinden etkilediler. Hem, Wilde’in dediği gibi “ilerleme, ütopyaların yol almasıdır”. Doğal olarak anarşistler hep şu soruyla karşılaşmışlardır: Otoritenin yerine neyi koyacaksınız? Soruya soruyla karşılık verecek olursak: Kanserin yerine neyi koyarsınız?
Günümüz sosyologlarından Richard Sennett’in, Ayrıntılı Yayınları’ndan çıkan “Otorite” isimli kitabı da “Otorite nedir?” sorusuna, yaşamın içinden çözümlemeli öyküleri hem iktisadi hem de siyasi alana yayarak cevap arıyor. Birbiriyle bağlantılı dört denemenin ilkini oluşturan bu kitapta öncelikle otoritenin her türlü konuda güç ve güçsüzlük üzerinden kurulduğu belirtiliyor. “Yadsıma” başlıklı bölümde insanın hem otoriteye ihtiyaç duyması hem de ondan rahatsız olması çelişik duygular üzerinden ele alınıyor. Mesele aslında şu: Özgürlük varsa güvenlik, güvenlik varsa özgürlük yok. Sennett hem aileden hem de iş ve sosyal ortamlarımızdan çarpıcı örneklerle bunu deşeliyor. Kitabın ruhunu ele veren “Ret Bağları” başlıklı metinde, otoriteye isyan ederken ona daha fazla bağımlı olmanın çelişikliğini psikolojik bir örnekle ele alıyor: Helen isimli genç bir kadın, sırf babasına isyan etmek için onun istemediği, hatta damarlarına basacak tercihler yapmaktadır. Yani bu tercihlerde özgür bir seçim yoktur, sadece babanın zıddı vardır. O halde hâlâ Helen’i belirleyen baba otoritesidir. Sennett bunu bir fotoğrafın negatifinden pozitif baskı yapmaya benzetiyor. Gerçek anlamda bir otorite reddi yoktur burada, aksine onu tahtından indirmek yerine dikkatini çekmeye yönelik bir isyandır. Elbette aynı mantık farklı bir biçimde bir iş yerinde ya da siyasal bir mücadelede de geçerli olabiliyor. Bir de kötü otoritenin yerine iyi otorite hayalleri kurabiliyor insanlar oysa sorun otoritenin kendisindedir. Sennett haklı olarak “tamam isyan edelim ama bizi zıddımız belirlemesin” diyor.
Kanımca asıl olansa Marx’ın da çok kere belirtiği gibi otoritenin gayri meşruluğunu kavrayarak onu can alıcı noktalarından reddeden bilinçli bir başkaldırıdır. Bilhassa çağdaş sanatta da bunun eksikliğini görebiliriz. Örneğin Paz’ın şu sözleri oldukça manidardır: “Bir süredir sanattaki reddediş ritüel yinelemelerden ibarettir. Ayaklanma bir prosedüre, eleştiri retoriğe, kural yıkma törene dönüşmüştür. Sanatın değil ama modern sanatın sonuna geldik”
O halde ne yapacağız; egemen anlayışa boyun mu eğeceğiz, varlığımızın mistik köşelerine mi saklanacağız ya da tutarlı bir hazcılığı mı benimseyeceğiz? Elbette hayır! Neyi istemediğimizden çok neyi istediğimizi söyleyeceğimiz bir hayal sürücüne sahip olacağız. Çünkü sistemin muhaliflerine bıraktığı tek alan ona biçilen rolün negatifi olmak. Örneğin suya sabuna dokunmayan Amerikan karşıt kültürü bunun tipik kanıtıdır. Marcuse’un de Baskıcı Toleransizm tespitinde belirttiği gibi, sistem kendi muhalefetini de izin verdiği ölçüde kendisi belirlemiştir.
Sennett’in Yadsıma bölümünde ikinci olarak ele aldığı başlık ise Paternalizm, yani sahte sevgiye dayalı otoritedir. Özellikle XIX. Yüzyılda kapitalizmin yaratmak için yıktığı dönemi kapsamaktadır bu. Bu dönemde otorite “Patron babadır” ifadesinde somutlanmıştır. Patronun sömürücülüğü baba imgesiyle gizlenmeye çalışılmıştır. Sonradan uluslaşan devletlerin halen bu değerler üzerinden v arlığı sürdürdüğünü de belirtmek gerekir.
Bir sonraki başlık özerklik, yani sevgiye dayanmayan günümüz otoritesi. Paternalizmde başkalarının sözde iyiliği için bakımını üstlenme sorumluluğu varken, özerk otoritede bu sorumluluk yoktur. Özerk otorite daha kurnazdır. Çünkü ilk bakışta, başkalarının üzerinde iktidar kurma kaygısı fark edilmez. Aslında otoritenin yerine manipülasyon almıştır. Buradaki özerk otorite tepeden bakan, kendine hâkim, popüler kullanımıyla cool olma anlamında başkalarının üzerinde sindirme gücüne sahip olmaktır. Kuşkusuz ‘vasıf toplumu’ denilen günümüzün teknik uzmanlığıdır bu. Proust’un da dediği gibi “Kayıtsızlık, sevileni üstün duruma getirir”. Örneğin zamanımızın bürokrasisinin kapı duvar biçiminde sağırlığı ve dahası kişiliksizleşmesiyle beraber bütün topluma yabancılaşması bunun tezahürüdür. Gitgide rasyonelleşen günlük yaşamda bir disiplin ve etki aracı olarak kaba gücün rolünün yerini utancın rolü almıştır. Yeni şiddet anlayışı, bir otorite tarafından fiziksel ya da hakaret içeren sözlerle değil, denetim altına aldığı insanı aylarca görmeyerek, adamdan saymayarak ve ciddiye almayarak sürdürülmektedir. İnsanların bundan kurtulmak içinse tek çare başarılı olup sivrilme arzusudur. Bu yüzden dikkat çekmek isteyen, içsel değerlerini revaçtaki özelliklerle süsleyerek kendini pazarlamaya ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Zira iyi eğitim görmüş, kendin ipek çok konuda geliştirmiş, bağımsız, ‘klas’ karakterler kalabalıkların içinde öyle olmasa bile öyle gibi görünerek fark edilirken; bunları başaramayanlar ise aşağılanarak üzerinde utanç denilen çok büyük bir otorite kurulur. Bana göre kitabın en öncelikli tespitlerle dolu bölümü de budur.
“Tanıma” başlıklı bölümde ise, Hegel’in “Tinin Görüngübilimi” adlı ilk eserinin en önemli parçası olan “Efendilik ve Kölelik” üzerinde duruluyor. Bir insanın yalnızca tanınmak suretiyle gerçekten var olduğu belirtiliyor. Hegel bu tanıma sürecini bir düelloya benzetiyor. Ezilenin, ezenin dikkatini çekmek amacıyla girdiği bir savaştır bu ve ona göre, toplumda özgürlük koşulların oluşturmak sorumluluğu daima ezilenlere aittir. Bu, bir yolculuktur ve dört aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada, ezilen Stoacı bir biçimde düşünce dünyasına çekilir İkinci aşamada şüpheci bir bakışla dünyaya diker gözlerini üçüncü aşamada zincirler fark edilmiştir ve bu nedenle mutsuz bir bilinç oluşmuştur. Dördüncü aşamada ise rasyonel bir bilinç çıkar ortaya, yani her insan kendi içindeki memnuniyetsizliğin başkalarında da görerek, kaderciliği terk edip birlikte hareket etmeye başlarlar.
Bu noktadan sonra Sennett, otoriteyi bir öteki olarak görmeyi terk ederek tanımayı, onu görülür, anlaşılır bir hale getirmeyi denememizi, gizlerini çözmeyi öneriyor. Yani onu tanımlarsak bir parça denetim altına alabiliriz ve diğer insanlara karşı kayıtsızlık içermeyecek bir biçime dönüştürürüz demek istiyor. Otoritenin tümden yok edildiği bir ilişki, bir aile, bir devlet hayal etmenin anlamlı ve mümkün olmadığını söyleyerek liberal bir çözüm sunuyor. O halde insanlık sonsuza dek mutsuz bilinç aşamasından çıkmayacak. Sennett’in önerisi kimilerine daha gerçekçi gelebilir ama doğru değildir? Bu yüzden yazımın başında belirttiğim Bakunin ve Kropotkin’in devletsiz sosyalizm ütopyası daha adil geliyor bana. Üstelik otoriteyi liflerine dek çözümleyen Sennett’in kitabında bu isimlerden hiç bahsetmemesi de ne tuhaf bir durum. Veremden bahsedip de Pastör’den bahsetmemek mümkün mü? Aklıma hemen Althusserci metin çözümlemecilerinin şu ilkesi geliyor: Söylenenden çok söylenmeyene bakılmalıdır her zaman.
Richard Sennett, Otorite, Çeviri: Kamil Durand, Ayrıntı Yayınları, 2011.
0 yorum:
Yorum Gönder