Birey olmak ya da bireyselleşme, bir insanın doğumuyla birlikte başlayan bir süreç. Ancak, nedir birey olmak? Kimlere birey deniliyor? Her insan aynı zamanda bir birey değil midir? Soruları çoğaltmak mümkün, zira birçok insan, birey olma sürecini tamamlayamadan, hatta bunun bile farkında olmadan yaşamın içinde debeleniyor. Birey olma, kişiyi tamamlayan ana benlik olarak onu yaşamının sonuna kadar takip eden bir zorunluluk. Aynı zamanda korunması gerekiyor. En önemlisi de toplumsal sonuçlara yol açıyor. Hatta daha da önemlisi toplumsal sistemlerin kilit noktasını oluşturuyor.
Edebiyatımızda Bireyselleşme Serüveni, birey olgusu gibi derin alanın bir bölümünü analiz etmesi açısından önemli. Fatma Erkman-Akerson’un derlediği çalışma, Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyan Yağmur Can, İpek Ergönenç, Gözde Karabulut, Sena Sürmeli, Mine Tükenmez ve Miray Yağan’ın bitirme tezlerinden oluşuyor. Tekrar birey olgusuna dönersek, birey olmak; insanın kendinin farkında, değerlerinin bilincinde olması, kendini kontrol edebilmesi, özeleştiri yapabilmesi, kendi kararlarını alarak hayatına yön vermesi gibi daha da genişletilebilecek saikleri gerektiriyor. Ancak, bu son derece doğal, son derece gerekli olan süreci herkes niye yakalayamıyor? İçinde yaşadığımız toplumu göz önüne aldığımızda, aynı zamanda sorunsallaşmış bir alanla da karşı karşıya olduğumuzun altını çizmekte yarar var. Bireyselleşme sürecinin edebiyata nasıl yansıdığı konusu tam da burada can alıcı bir noktada duruyor.
Diğer bir sorunsal durum da, kadının bireyselleşmesinin önündeki engeller anlamında biçimleniyor. Bu engellerin ise neler olduğunu söylemeye gerek yok. Zira Türkiye toplumlarında kadının bireyselleşme tarihiyle toplumsal, sosyal gelişme arasında birebir ilişki yok. Ama kadının, aynı zamanda da erkeğin bireyselleşme sürecini hızlandıran etkenler bulunuyor. Buradan hareketle, kadın yazarların metinlerinde öne çıkan kadın karakterlerin birey olma çabalarında bu daha da net görülüyor. Metnin özellikle kadın kimliğinin irdelendiği bölümünde ele alınan yapıtlar, 1899’dan 2010’a kadar olan süreci kapsıyor. Buradan bakıldığında da söz konusu zaman kesitinde, ne türden dönüşümler yaşandığı ve bu dönüşümleri nelerin beslediğiyle ilgili başka analizlere de kapı açacak bilgiler uç veriyor.
Metres’ten, Sis ve Gece’ye…
Erkek yazarların, erkek karakterlerinin bireyselleşmesiyle ilgili sürecin takibi ise, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan (Metres-1900) başlayarak, Ahmet Ümit’e (Sis ve Gece-1996) kadar uzanıyor. Ancak tahmin edileceği gibi kadın ve erkeğin bireyselleşme süreciyle ilgili evreler iki farklı yerde durup, iki farklı gelişim çizgisi izliyor. Birey olgusunun sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkarak, gelişen bir durum olduğunu düşünürsek, Asya toplumlarında, -tabii özellikle de bizde- söz konusu bireyleşmenin ne türden bir seyir izlediğini göz önüne getirmek hiç de zor olmuyor. Bu noktada da tekrar, özellikle de kadının sorunsal bir yerde durduğunun altını bir kez daha çizmekte yarar.
Diğer bir yandan, romanla-kentleşmeyi eş bir süreç bağlamında düşünürsek, Edebiyatımızda Bireyselleşme Serüveni’nin son derece ironik bir durum oluşturduğunu söylemeliyiz. Zira kentleşmeye geç kalmanın beraberinde getirdiği arıza(lar)ın arasında, bizdeki romanın başlangıç ve gelişme döneminde yaşanan aksaklıklar başı çekiyor. Bunların başında Batı’daki roman taklitçiliği geliyor elbette. Ama daha önemlisi de mevcut toplumsal ya da kişi gerçekliğinin birebir romana yansıması.
Böylelikle, edebiyattaki bireyselleşmenin toplumdaki bireyselleşme gerçekliği olduğu şeklinde bir tespitte bulunmamız hiç de zor olmuyor. Yani metni, toplumdaki bireyselleşmenin serüveni olarak da okuyabiliriz. Zira Fatma Aliye, 1899’da Udi’yi yazdığında, kitabının ana karakteri Bedia’ya da, dönemin kadına biçilen en üst toplumsal değeri üzerinden rol veriyor. Elbette ki Fatma Aliye (1862-1936) Osmanlı İmparatorluğu’nda “kadın sorunu’nu romanlarında tartışan ilk Müslüman Türk kadını romancı olması bakımından” oldukça önemli bir yerde duruyor. Udi’ye gelince, kitabın kahramanı iyi eğitim almış bir Osmanlı ailesinin kızı olarak, her ne kadar ailesi altmış yaşındaki zengin tüccar Şem’i ile evlenmesini istese de, o Mail Bey’i tercih ediyor. Bir süre sonra Mail Bey’in kendisini aldattığını öğrenen Bedia, en sonunda bu evliliği noktalıyor. Ve hayatına da duygusal, cinsel hayatını sıfırlayarak, çok iyi çaldığı ud’uyla devam ediyor.
Kadın olmakla insan olmak arasında
Ud dersleri vererek yaşamını “iffetli yoldan” sürdüren Bedia, bir süre sonra da hayata veda ediyor. 1912’ye geldiğimizde ise Halide Edip Adıvar’ın kitabına ismini verdiği Handan’ın da benzeri süreçleri yaşadığını görüyoruz. Ardından, Şükufe Nihal’in karakteri (1938-Yalnız Dönüyorum) Yıldız da aynı türden bir sonuç yaşıyor. Zira söz konusu kadınların çıkmazları, “bireyselleşme ve bağımsızlaşmayla, yani insan olmakla kadın olmayı bağdaştıramamaları” oluyor. Ta ki, 1968’e gelene kadar. Sevgi Soysal, Tante Rosa’da (1968), diğer üç romanda çizilen kadın karakterlerin durumlarının da içinde olduğu (soyutlama düzeyinde) çoğul kadın portreleri çiziyor. Tabii eleştirel bir bakış açısını da metnin odağına oturtarak.
Tam da burada, söz konusu yapıtla birlikte siyasallaşan, farklı insan ve kadın vizyonundan bahsetmek gerekir ki, bu da bizi Türkiye’nin -kısmen de olsa- rönesansı, 68’ hareketine götürüyor. Aynı zamanda da Türk edebiyatındaki karekterlerin bireyselleşme serüveninden toplumun önemli bir kesiminin sosyal, siyasal sıçramalarına giden bir yol bulunuyor. Sosyal-tarihsel süreci, metinde öne çıkan karakterler bağlamında düşünüp, yerli yerine yerleştirdiğimizde ise, söz konusu tablo zaten kendiliğinden oluşuyor.
Anneyi aşa(maya)n erkekler
Ancak erkek kahramanların bireyselleşme süreçleri kadınlardan farklı bir seyir izliyor. Erkeklerin yaşama kadınlardan bir sıfır önde başlamaları aynı zamanda bireysel kimliklerini doğru algılamalarının önünde engel oluşturuyor. Kitaba konu olan karakterleri incelediğimizde, erkeklerin bireyselliklerinin önündeki en büyük engel, anneleri oluyor. Hüseyin Rahmi Gürpınar Metres’te (1900), annesiyle metresi arasında kalmış erkek tipini Hami Bey karakteri üzerinden bunu görünür kılıyor. En azından, Osmanlı ailesine mensup, Paris’te “alafranga” eğitim almış erkek tipolojisi, 1950’lere kadar edebiyatın erkek karakterleri olarak baş köşeyi işgal ediyor. Zira anne olgusu, hemen hemen tüm erkek karakterlerin bireyselliğini tehdit eden bir nitelik arz ediyor. Ta ki, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki Zebercet (1973) karakterine kadar. Ancak Zebercet, topluma ayak uydurmak istediği halde bunu başaramayan yalıtılmış bir tiptir.
Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunları’ndaki (1973) Hikmet ise, toplumun dayatmalarına karşı gelerek birey kimliğini koruyacaktır. Tam da burada birey ve toplum karşıtlığı çıkar karşımıza ki, bu da kitabın başından itibaren kadın ve erkeğin bireyselleşme serüveninde geldiği -ama devam edecek- son nokta olarak çıkıyor karşımıza. En önemlisi de, mücadele gerektiren bireyselleşmenin tarihiyle, acının tarihi yana yana duruyor.
EDEBİYATIMIZDA BİREYSELLEŞME SERÜVENİ
Der: Fatma Erkman-Akerson
Ayrıntı Yay. 2013, s, 216
0 yorum:
Yorum Gönder