Sanat ve muhafazakârlık arasındaki ilişkiyi sorgulayan tartışma, fark etmişsinizdir, neredeyse kurulduğu andan itibaren hükümet politikalarıyla sanatçılar arasındaki gerilimden besleniyor. Hükümetin, malumunuz, bir vakittir kendi dünya tasavvurunun dışında durduğu için aşağılamadığı neredeyse hiçbir disiplin kalmadı. Sanat beyin cerrahisi değil, bu yüzden de hakkında konuşması daha rahat bir alan. Çok sevdiğimiz dayımızın hevesini kırmamak için yaptığı yağlı boya tabloları salonumuzun duvarına asmak, diyelim ki aynı heves ve amatör ruhla giriştiği lobotomi ameliyatı için bıçağın altına yatmakla aynı şey değil sonuçta. Bir alan kendi içinde amatörler üretebiliyorsa, aynı biçimde amatör eleştirmenler de üretebilir. Buradaki tehlike açık: Hükümetten biri “tüm kifayetsizliğine rağmen” eleştirmenliğe soyunup bir kitabı, heykeli, oyunu, şarkıyı ya da resmi lanetlediğinde, söz tekil beğeninin ötesinde bir yerde; yasanın, yasağın ve cezanın mekânında çınlamaya başlar. Tepkiyi ve doğurduğu itirazların niteliğini de buradan okumak gerekiyor. Tartışma sanatın ontolojisiyle ilgili olmaktan çok, iktidarla ve onun sanatı aşan politikalarıyla ilgili. Tartışmayı kendi tarihsel bağlamından çekip sanatın ontolojisine dair bağlamsız bir tefekküre dönüştürmeye çalıştığımızda, yol biraz bulanıklaşıyor galiba.
Şimdi bizler için tuzak olan soru, eleştirel ya da yazınsal enerjileri aslında hiçbir hükmü olmayan ‘retorik’ manevralara bağlayıp “Sanat/sanatçı muhafazakâr olur mu olmaz mı?” diye sormaya devam etmekmiş gibi görünüyor. Mevcudun koşullarını değil mevcudiyetini sorgulayan bu sıkıcı zihin jimnastiği, açıkça yararsız.
Sanat tarihini görmezden gelme cesareti gösterip “Sanat muhafazakâr olamaz.” diyenlere net bir cevap vermek gerekiyor bu yüzden: Sanat muhafazakâr olabilir. Hatta kendi çağının çatışan enerjileriyle kurduğu zorunlu ilişki gereği, çoğu durumda muhafazakârdır ‘da’— meselenin bu kısmı için Süreyya Karacabey ve Beliz Güçbilmez’in yazılarına bakabilirsiniz. Fakat kendi meşruiyetini kendi içinde ürettiği araçların yetkinliğinden, yan yana getirdiği —dil gibi— toplumsal enerjilerin ürettiği güçten ya da çağıyla çarpışmasının ortaya çıkardığı patlamadan değil de iktidarın söylemine ilişmiş parazit bir varoluşun cızırtısından alıyor ve edebi niyeti muktedir erkinin payandası yapıyorsa, o edebiyatın meşruiyetini sorgulamak bizlerin tarihsel zorunluluğudur, yaptıklarının nitelikli edebiyat olup olmadığına tarih zaten karar verir.
İster hükümetin amatör eleştirmenlerince, ister daha ilerici eleştirmenlerce olsun, esere kıymet biçerken alınan ölçü “muhafazakârlık” ise bu ölçünün kaypak olduğunu açıkça söylemeliyim; birinin edebiyatının başarısızlığını muhafazakârlığına bağlayıp kıymeti oradan eksiltmeye ya da artırmaya çalıştığınızda, 20. Yüzyıl’ın en büyük şairlerinden Anglikan Mezhebi üyesi T. S. Eliot’la, ya da bu coğrafyanın şiirine katkısı su götürmez olan Sezai Karakoç’la hesaplaşamazsınız mesela. Oradalar ve ne yaparsak yapalım orada kalacaklar. Diyelim Karakoç’un “İnsan ve Oruç”unu -bir şarta ve kadim bir pratiğe güzelleme olduğu için-, edebi ruhla çatıştığı gerekçesiyle bir biçimde hasıraltı ettik. Peki, “Anne ölünce çocuk / Bahçenin en yalnız köşesinde / Elinde bir siyah çubuk / Ağzında küçük bir leke // Çocuk öldü mü güneş / Simsiyah görünür gözüne / Elinde bir ip nereye / Bilmez bağlayacağını anne” diyen Sezai Karakoç’u edebiyatın dışına sürmeye hangimizin gücü yetecek? Edebiyatın hayata ve ölüme dair tanımlanması neredeyse imkânsız bir âna özel bir dil bahşettiği bu harikulade jesti silemeyiz, o bizden sonra da orada kalacak, bizler gideceğiz. Edebiyatın kökeni adab’tır, haliyle içinde hâd de vardır, dikkatli olmak gerek…
Muhafazakarlık denince akla ilk sağ gelir. Ama bir cephesi daha var bu işin: Sol —yeni kuşak bu isimlere eski kuşak kadar mesafeli değilse de—, diyelim bir Kafka’yla ya da Beckett’le kurmuş olduğu tarihsel mesafeyle yüzleşti mi? Unutmayalım; bir dönem sol, on dokuzuncu yüzyıl gerçekçiliğine ilişkin biçimsel işaretleri ilerici/halkçı edebiyatın bir göstergesi olarak “muhafaza” ediyordu. Daha tekil tasavvurların metin stratejilerini ise gerici üretim kategorisi içinde görmezden geliyor; daha da fenası iktidarını bir imha mekanizması gibi işleterek kan istiyordu. Kara ironinin Kafkaesk bir yeraltına çevirdiği Stalinist Komiserler Cumhuriyeti’nde Kafka’nın —anlaşılır olmadığı gerekçesiyle— okunmuyor olması anlaşılır kuşkusuz. Anlaşılmaz olan, hiç kimsenin şimdilerde de derinlemesine hesaplaşmadan “Hatalar olur, artık öyle değiliz,” diye geçiştirdiği bu tarihsel pürüzün, şimdilerde bir kimlik baygınlığı biçiminde devam ediyor oluşu.
Soru şu: Artık öyle değilsek neyiz?
‘Gerçek’ muhafazakârların ne oldukları belli: Sizin de kulağınıza gelmiştir; Gülen’le kapı kapı dolaşıp mürit motive eden, hatta Türkçe Olimpiyatları’nda görüldüğü iddia edilen Muhammed peygamberden tutun da, mezarda annesinin çürümeyen memesini emerek büyüyen Cemaat’in –ya da Hizmet’in- altın çocuklarına kadar bir dolu deli bozuk sözlü edebiyat incisi, “menkıbe” diyelim, uzun yıllardır dolaşımda.(1)
Muhatabı önemsenmek isteyenin lüzumsuz çağrısına riayet ederek seçmeyelim; çok daha büyük bir değişimin bizleri muhatap almayan çağrısı çoktan yaşadığımız dünyayı değiştirmeye başladı. Soru, ister “muhafazâ eden” ister “ilerici” bir refleksle soralım, değişmiyor:
Bizler, hızla değişen bu dünya karşısında şimdi neyiz ve hangi göreve icabet edeceğiz?
1) Meseleyle ilgilenenler, “muhafazakârlar” içinde gerçekten bir şahsiyet ağırlığı taşıyan Atasoy Müftüoğlu’nun konuyla ilgili “youtube” videolarına bakabilir.
0 yorum:
Yorum Gönder