20. yüzyılın son çeyreğinden bugüne, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gündeminde en belirgin etmenlerden biri şüphesiz İslamcı harekettir. Bunun kültür alanındaki yansıması esasen memleketin tarihi kadar eski olmakla birlikte, çoğunlukla minör bir başkaldırı olarak algılanmış ve azımsanmıştır. 1970’lere gelindiğindeyse, bu sözü edilen “bastırılmışın geri dönüşü” görünürlük kazanmış ve hatta yazınsal alanda yeni bir türün doğmasına yol açmıştır. Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah (1967), Hüseyin Karatay’ın Kıbrıslı (1970) ve Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı (1970) adlı romanlarının öncülüğünde edebiyatımızda İslamcı bir damar vücuda gelmiştir. Bu isimlerin izinden giden yazarlarca 1980’lerde art arda yayımlanan onlarca yapıt, “hidayet romanları” denen bu alt-türü yaratmıştır. O döneme damgasını vuran ve tabiri caizse yeni bir çığır açan bu romanların ortak noktası, ıslah edilmesi gereken ve ancak müslüman bir karakter sayesinde doğru yolu bulabilecek olan bir anti-kahraman etrafında kurgulanması ile yazınsallığın propagandayla karıştırılması olarak özetlenebilir.
Kültür tarihimizde, edebiyatın araçsallaştırıldığı başka dönemler şüphesiz olmuştur. Örneğin Tanzimat edebiyatı, bütünüyle bir medeniyet çatışması ekseninde örülmüştür. Dolayısıyla, Doğu-Batı, alaturka-alafranga gibi ikili karşıtlıklar üzerine kurulu bu dönem edebiyatının yorumlanmasında, yazınsal zaaflardan çok tarihsel ve toplumsal arka plan üzerinde durulması kaçınılmaz olmuştur. Benzer şekilde, hidayet romanları da imanlı-imansız, müslüman-laik karşıtlığı üzerine kurulmuş ve böylelikle Tanzimat romanlarının dayandığı “yanlış Batılılaşma” meselesini bir asır sonra yeniden üretmiştir. Bu iki dönem arasındaki yegâne benzerlik bu değildir: Klişelerle örülü yapıları, “karakter” yaratmaktaki yetersizlikleri, karikatürleştirilmiş “tip”lerle yetinmeleri ve siyah-beyaz dünya algıları açısından da örtüşme söz konusudur. Dolayısıyla, İmparatorluk yıkılıp yerine Cumhuriyet kurulduğunda, kültürel alanı da kapsayan reformlarla birlikte büyük oranda terk edildiği düşünülen, didaktik olma kaygısından muzdarip edebiyat anlayışı, hidayet romanları furyasıyla yeni bir boyuta taşınmıştır.
1980’lerde stereotiplerle dayalı kurguları öne çıkan hidayet romanları, 1990’lara gelindiğinde siyasal tiratlar açısından bir nebze daha yumuşamış, yazınsal ölçütler açısındansa biraz daha olgunlaşmış görünür. Kenan Çayır, 2008 yılında yayımlanan Türkiye’de İslâmcılık ve İslâmi Edebiyat başlıklı kapsamlı çalışmasında, söz konusu dönüşümün kolektif bir hidayet söyleminden bireysel bir özeleştiriye doğru evrildiğini savlar. Cihan Aktaş ve Halime Toros gibi yazarların öne çıktığı bu dönemde, romanlarda izlenen İslamcı söylem homojenliğini yitirmiş ve çeşitlenmiştir. Karakter ölçeğinde çelişkiler, çatışmalar ve sorgulamalar metinlere sızmaya başlamıştır. Dolayısıyla bu ikinci dönem hidayet romanlarının, 2000’lerin başında İslamcı hareketin siyasal ve toplumsal alanda yaşayacağı değişme ve bölünmenin habercisi olduğunu söylemek mümkündür.
Hâl böyleyken, geçtiğimiz yıl ana akım televizyon kanallarından birinde, hidayet romanlarının ilk örneklerinden olan Huzur Sokağı’nın dizi olarak uyarlanmasını anlamlandırmak zordur. İşin tuhafı, saldırgan bir ideolojiyi sert bir dille metne dokumuş olan yazarın, yıllar sonra bu romanı “daha ılımlı bir üslup” kullanarak yazmış olmayı dilediği bilinmektedir. Bu durumda, aradan geçen kırk yıl zarfında toplumsal alanda verdiği savaşın çoktan galibi olmuş bir metnin, yazınsal ölçütlerle bakıldığında bariz olan zaaflarıyla izleyiciye sunulması da, bu dizinin izlenme rekorları kırması da düşündürücüdür. Anlaşılan 2000’lerin başında esen özeleştiri ve değişim rüzgarları, 2010’larda yerini yeniden keskin ve ortodoks yaklaşımlara bırakmıştır. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal şartlarının bambaşka olduğu bir dönemde yayımlanmış ve belli bir alt-türün klasiklerinden olan bu romanın, içine doğduğu sürecin radikal tavrıyla bugün yeniden üretilmesi, lanse edilmeye çalışıldığı gibi erişilen bir huzurun değil, aleni bir huzursuzluğun ilanı olarak okunmalıdır.
1970 yılında yayımlanan, “halkımızın büyük ilgi ve teveccühünü kazanmış” bulunduğundan bugün 107. baskıya ulaşan ve televizyon ekranlarında yeniden diriltilmeye çalışılan Huzur Sokağı ütopyası yok hükmündedir. Bunun birkaç nedeni vardır ve öncelikle metnin edebî anlamdaki zayıflığına atıf yapmak gerekir. İkinci olarak, fikrî alanda gözlemlenen sığlığına değinilmelidir. Örneğin, Şenler’in romanının temel ekseni Batı karşıtlığı olarak belirlenmişken, anlatıcının paradoksal biçimde kendini sürekli Batılı referanslarla tanımladığı dikkat çeker. Nitekim günümüz İslamcı yazarlarının türsel tercihleri de bu yönde gelişmektedir. Erken Cumhuriyet döneminde İslamî duyarlılıkları bilinen ve bu yolda rejimle çatışmaktan çekinmeyen Mehmet Âkif ve Necip Fazıl gibi önemli isimler, geleneksel edebiyat formu olarak alımlanagelen şiir türünü tercih etmişlerdir. 1980’lerden günümüze ise İslamcı edebiyat üretiminin, büyük oranda Tanzimat döneminde Batı’dan ithal edildiği vurgulanan roman türüne yöneldiği görülmektedir. Ayrıca 2008 yılından bu yana çıkmakta olan Cafcaf adlı mizah dergisiyle birlikte, yüzyıllardır gelenek ve iktidara karşı takındığı muhalif ve eleştirel tavırla öne çıkan bir sanat biçiminin de İslamcı dünya görüşüyle harmanlanabildiği izlenmektedir. Dolayısıyla, bu türsel saptamadan hareketle, söz konusu ideolojinin yayılması için her türlü aracın kullanılmasının mübah olduğu yönünde bir anlayışın hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Huzur Sokağı’nın ütopya niteliği taşımasının asıl nedeniyse, bugünde bir karşılığının, herhangi bir göndergesinin olmayışıdır. Mahallelerin sitelere, evlerin apartmanlara hızla dönüştürüldüğü bir “toplu konut cumhuriyeti”nde, fakir ama erdemli bir sokak tasavvuru pek gerçekçi durmamaktadır. İslamcı düşüncenin 2000’lerde edindiği tartışılmaz nitelikteki siyasal başarının ardından, kamusal alanda da görünürlüğün sağlandığı bir döneme girilmiştir. Bu süreçte, söz konusu kesimin bir orta-üst sınıfının geliştiği ve yeşil sermayenin de palazlandığı yadsınamaz bir gerçektir. Dolayısıyla, Huzur Sokağı bugün olsa olsa bir “asr-ı saadet” masalı olarak okunabilir. Kırk yıl sonra raftan indirilmesi ise, son dönemde siyaset arenasında belirginleşen otoriter tutum ve çatışmacı söylemin yarattığı “biz-onlar” ayrımının perçinlenmesine hizmet etmeye elverişliliği ve huzursuzluğu kışkırtan bir metin olmasındandır.
0 yorum:
Yorum Gönder