Bankalar bize gelecekten haber veriyor. On yıllık ev kredileri, on yıl boyunca, her gün bir gün öncekinden daha bağımlı ve daha yoksul olacağımızı müjdeliyor. Kredi kartı ekstrelerinin taksit dökümü henüz gelmemiş günlerin utkulu vaatleriyle dolu. Sistem bugünümüzü harcamakla yetinmiyor, geleceğimizi de harcıyor, gelecek daha gelmeden zaten çoktan bitmiş oluyor. Yeni kapitalizm buradan okunduğunda basbayağı gelecekçi gibi görülebiliyor, neo-liberalizm de bunun kültürel bayraktarlığını yapıyor ve bunların yanına şimdilerde en çok “geçmiş de geçmiş” tutturukluğu ile ilişenler yakışıyor diye yemin etsek başımız ağrımaz; kavramlar suiistimal edilebilir.
“Geçmiş güzel günlerde herkes cebindeki kadar harcar, gününü gün eder, günü gün, yarını yarın olurdu.” diye devam eden bir erken kapitalizm nostaljisi kurmak için yazılmıyor bu yazı. Muhafazakârlıktan konuşuyoruz. Muhafazakârlık, yumuşak yüzü ile bugünün vahşeti hırçınlığı ile kamçılanan siyaset sahnesinin kirli örtmecesi olarak ortaya çıkmadan önce bir tür hafıza mekanizmasını çalıştırıyordu belki de. Nisyana karşı ağırbaşlı, içedönük bir isyan gibi çalıştığı bir dönem de olmuş olabilir. Bu terimlerin hiçbiri bugün artık duyduğumuz muhafazakârlık kavramına içkin değil, hepsi çoktan safra olarak dışarı atılmış, ne ki sözlükten silinmemiş. O nedenle bir ilkokul çocuğu sözlüğe baktığında muhafazakârın karşısında “bir şeyi değiştirmeden olduğu gibi tutmak isteyen, eskiye bağlı, tutucu.” tanımını okuyacaktır. Eskiye bağlılık her zaman sandık sarısının hüznü, tozlu kütüphane gibi bir şey değil, eleştirel düşüncenin saplanıp kaldığı, o şimdi’ye ilişkin eleştirel pozisyonun henüz gelmemiş, gerçekleşmemiş bir gelecekten devşirilememesi nedeniyle o ölçütlerin geçmişten bulunup çıkarılması ile kurulup güçlenen de bir şey. İşlerin kötüye gittiğini söylemek yani bir bakıma muhafazakâr bir refleks. Tespiti yapmayı sağlayan referans noktası geçmişten, orada daha iyi, ya da en azından bu kadar kötü olmayan bir noktadan kurulduğunda bundan kaçış yokmuş gibi görünüyor.
İnsanlık tarihinin bir parçası olarak sanata baktığımızda, demek ki bakışımızı insan doğası denilen şeyin her zaman toplumsal doğa olduğu kabulüyle çerçevelediğimizde şöyle bir salınım görürüz. Sanat yapıtının hep aynı sıkıcı klişelerle kurulduğunu, belli yapma biçimlerinin artık belli içerikleri taşıyamayacağına duyulan inanç, sanatçının konuştuğu kitleyi daraltması ile sonuçlanacak bir yeniliğe yol açar ve sanat hep bu anlamda peşine takılan gölgelerle mücadele eder. Ama bu mücadele onu belirler, benzemekten en çok korktuğu şey, onu kendine benzetir ve savaştan çıkıp rüştünü ispat ettiğinde, savaş yorgunluğu onu durdurur. Şimdi bulduğunu tutmanın günüdür, uğrunda onca kan, ter, gözyaşı döktüğü, her türden itibarsızlaştırma, küçük görülme, alay edilmeye direnerek geldiği noktada avangard çıkışın nefesi buraya kadardır. Kazanan, evet kaybeder. Ama kayıp kazançtır da. Sanat yaygınlaşır, daha okunaklı hale gelir. Sanatçının tekil pozisyonunu çoğaltmanın yolu sanatı izleyen kitleye talep ettiği aşinalık duygusunu, demek geçmişten bildiği bir şeyleri yeniden sunmaktan geçer.
Şu kadarını hepimiz biliyoruz, şüphe olmadan inanç, gerçek olmadan hayal, modern olmadan muhafazakârlık olamıyor. Muhafazakârlık hep geriden gelir; önermelerle değil karşı önermelerle kurar kendini. Modernizmle karşılaşmanın yarattığı değişim bir ihtimalken bile, o ihtimal değişmekte olanı dünden sürmeye hevesli muhafazakârın uykusunu böler. Önüne bir kâğıt çeker, “gelmekte olan gelmese, hem belki de, o gelen o kadar da iyi değildir, biz böyle iyiyiz, iyiydik değil mi, evet öyleydik” diye yazar. Duyarsızlığı yastık yapmakla karşılaştırıldığında uykusuz geçen geceler her zaman iyidir, bir vicdana işaret eder. Muhafazakârlığın, hayatı, deneyimi, deneyimin aktarılma biçimi olarak sanatı olduğu yerde “tutma”ya eşlik edebilecek ideolojik ve estetik talebinde, hep eski formlara atıfla konuşmak durumunda olan sanat tarihinin argümanlarının neredeyse tamamı kayıtlıdır. Kişisel bir serzeniş, yitip gidenin ardından bakmak olarak tarifleniyorsa bir sanat galerisinde yan yana gelmiş her yapıt, en ilerici sanatsal manifesto sözcüğün bu anlamıyla muhafazakârdır ve eğer böyleyse muhafazakâr sanat adıyla etiketlenebilecek bir sanat biçimi yoktur. Kavramların yüzeyi bu kadar genişlediğinde kendi içini açık ki boşaltmaktadır ve aynı şey devrimci sanat kategorisi için de geçerlidir, “sanat, tanımı itibariyle devrimcidir” dendiğinde, aynı yüzey genişlemesi halka halka büyüyüp suya atılan taşı unutturur.
Buraya kadar sorun yok. Ama bütün bu tartışmaları sığ gündemimizden bağımsız bir yerden yapmıyoruz. Bugün muhafazakâr sanatı hikmetinden sual olmasın diye manifestolarla destekleyenler şunun elbette ki ayırdındadır, bu pozisyonun değerler pazarında bir rayici vardır ve “muhafazakar yazar” uygun iklim koşullarında bir yayınevinden diğerine yüklü transfer paraları alarak dolaşıp durur. Sermayenin dolaşımda büyüdüğünü öğrenmiştik Marx’tan. Burada da aşağı yukarı aynı yasa işler. Dolgusu geçmişin değerleriyle yapılmış maneviyatın maddi değeri yüksektir. Paradoksa yakından baktığınızda ya hipnotize olursunuz, ya mideniz bulanır.
*Ece Ayhan “Ölümün Arkasından Konuşmak”
0 yorum:
Yorum Gönder