Değerleri dile döktüğümüz yer onların ilksel anlamlarının barındırdıkları özgünlükten ve sahicilikten çok uzakta, pek çok düzlemde düşülen bir tuzak bu, klişelerin ve anlam cesetlerinin tuzağı. Muhafazakarlık karşı çıktığı ya da ufkuyla anlam kazandığı modernliğin negatif tamlayıcılarından biridir, dolayısıyla bir kaybın üzerine yazılmıştır. Kendini rasyonel aklın eşliğindeki hız, değişim vb. gibi yaylı sazlarla ifade etmeye çalışan ve giderek karmaşıklaşan modernite olmadan muhafazakarlıktan söz edemeyiz. Geçmişin telafisini, değişimin hızla silikleştirdiği değerleri muhafaza ederek, dolayısıyla da geleceği geçmişe havale ederek mümkün kılmaya çalışan tasavvur, yitik cemaatin etik-duygusal özlemlerinin bir dışavurumu olarak anlaşıldığında, bir alıkoyma jesti olarak- yani akışa karşı direnme olarak bir anlam taşıyabilir. Nostaljik bir yüceltme insan topluluklarına, bir zamanlar başkalarının yaşadığı gibi yaşamayı telkin ederken, ortak geçmiş kodlarını şimdide tekrarlarken bize meselenin duygusal bir efektten daha fazlası olduğunu hatırlatır. Değişimin zorunlu kıldığı yapısal dönüşümlerle sorunsuzca birleşen, sözgelimi kapitalist ekonominin çerçevesini çizdiği bir hayatta ayakta kalmayı beceren bir topluluğun değer muhafazasını, içkin olandan koparıp aşkın bir pozisyona getirmesinin yarattığı manzarada muhafazakârlık aniden aşırı modernist bir karaktere bürünür, tekrar edildiği her düzlemde paradoksal bir karakter kazanır, dolayısıyla kullanım ekonomisinde bir değişim değerine dönüşerek içerdiği etik potansiyelin sahteliğini yeniden üretir. Her şeye rağmen siyasetbiliminde ya da sosyolojide öteki boş gösterenler gibi işlevini sürdürebilir ama bu anlamıyla sanatla birleşmesi açıkça anlamsızdır.
Ben muhafazakâr sanat diye bir şey bilmiyorum, kastedilen geleneksel kodlara riayetini sürdüren bir sanatsa o da çoktan modernizmin, postmodernizmin içindedir. Modern öncesine ait bir sanatın taklit yoluyla yeniden üretiminin onu geleneksel yapmayacağına Hegel’den beri aşinayız. Mesele muhafaza edilmesi gereken değerlere saygılı bir sanatsa bunun da ancak sanatçının kişisel yapıt çözümlemesinde bir anlamı olabilir. Yani sanatçı muhafazakâr değerleri ümitsizce taşıyabilir, Romantikler gibi geçmişi yüceltebilir, Peyami Safa gibi modernleşen toplumdaki değer kaybına edebi yas tutabilir, hepsini yapabilir ama kategorik olarak muhafazakâr sanatı var edemez, çünkü sanatsal edimlerin çoğu zaten toplumsal belleğin içerikleriyle ilgilidir. Akışta alıkonulması gerekene dikkat çekebilir, her yeniliğin matah bir şey olmadığını haykırabilir, bu ortak değerler meselesine aittir, muhafazakârlığın kayıp varoluşuna değil.
Şüphesiz “muhafazakâr sanat” tamlamasını her türlü veriden bağımsız, salt düşünce dünyasına ait bir yerden tartışmıyoruz, bu konuda yazılmış manifestoların, sanat nasıl olmalı türünden dile gelmiş zayıf argümanların üzerinden tartışıyoruz ve bu verili çerçeve içinde “muhafazakâr” sanatın yapıntı bir şey olduğunu pekala biliyoruz. Avrupa sanatı uzun zamandan beri, geleneksel sanatın –zanaatın- modernde gözden yitmiş kısmını rehabilite etmeye çalışıyor zaten, bir hüner olarak, ustadan öğrenilen bir şey olarak sanata yapılan vurgunun temel hedefi, fazla abartılıp, kutsallaştırılmış sanat algısının eleştirilmesiydi. Sanata kaybettiği toplumsal işlevi yeniden vermekti, ya da onu daha dünyevi bir yere yerleştirmekti. Geçen yüzyıl ve içinde bulunduğumuz yüzyıl bunun örnekleriyle dolu. Özellikle kültürel çoğulculuğun neo-liberal dünyada fazla hararetle kucakladığı yerellik meselesi de benzer biçimde sanatta kültürel farklara, dolayısıyla gelenekselin şimdideki izdüşümlerine verdiği önemin bir ifadesi. Dolayısıyla kültürel içerikler de kullanım değerinden değişim değerine çoktan geçmişken, tekil sanatçı ümitsiz bir biçimde değeri, rant ekonomisinden kurtarmaya çalışırken ve sanatı bir sığınak olarak görenler en kötümser eleştirmenler olurken, muhafazakâr sanatı tartışma konusu haline getiren neo-liberal bestsellırcılar aslında ultra-postmodern pazar yokuşunu sırtlarına yükledikleri “eski değer, tasavvufi içerik vb.” ile tırmanmaya çalışmaktadırlar. Kolay gelsin de o yolun sonunu yokuşu tırmanmadan da biliyoruz zaten. Ben susayım Ece Ayhan konuşsun:
Şimdi, bugünlerde, kentimize bir köçek gönderilmiştir: Geleneksel sanatlar.Mollaların lakırdısıdır (…) Dangalaklar kafalarının kayıtlarını yanık saraylara yaptırmaya alışmışlardır.Bildiğimiz kuraldır, sanatları imgelemsiz, açılımsız, köksüz kimesneler, kırkından sonra böyle bir kök aramaya kalkışırlar, meyan kökü, hazırlayın! Ben de geliyorum. (Bütün Yort Savullar, İstanbul YKY, 1994. S.55)
0 yorum:
Yorum Gönder