Âlimane kelimelerden biri olan etik, iyinin ve kötünün tanımını ve ayrımını temellendirmeye çalışan bir alanın adı. Etiğin ana konusunu, insan aklının iyi ve kötü ayrımını hangi kavram ve yöntemler üzerinden yaptığı oluşturur. Bazı etik yaklaşımlarca bu ayrımda temel alınan değerlendirme nesnelerinden biri eylemdir. Eylemin içinde yapıldığı toplumsal koşullardan tutun da eylemin doğruluğu, yanlışlığı ve gerektiğinde eylemin doğruluğunun temellendirilmesi bu yaklaşımlara göre etiğin alanına girer. Etik, değerlere ve eyleme ilişkin uygun temellendirmeler getirmeyi amaç edinir.
Burada duralım, etik için söylenecek daha çok şey var; üstüne konuşmak son günlerde epey moda, uymayalım.
Bir disiplinin adı giderek yaygın bir biçimde anılmaya başladığında ilgili literatürde niceliksel bir artış dikkati çeker. Alan hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen okur için yetkin kitaplardan birkaçının künyesini yazının sonunda bulmak mümkün. Ben bu yazıda, hükümetin dilinden ve yazılı demeçlerinden düşürmediği etik kelimesini, televizyonlarda pek anılmayan bir şekilde, buram buram felsefe dersi kokmasını da istemediğim bir tonda yazının merkezine -korkarak ve hatta biraz da çekinerek-, sanatla kesişim kümesinde yer aldığını düşündüğüm insani değerleri gözeterek koyacağım.
Sanatı niye bu kadar ciddiye alıyoruz, diye sorarak başlayayım. Diyecek sözü olan eserlerin bizde yeni yaşantılar, duygular, dürtüler oluşturduğu açık. Yani sanat bize dokunuyor, bir şey söylüyor ve biz, artık, o saf insan olmadığımız için hazır söz kalıplarıyla konuşmuyor, beylik bir düzen içinde yaşamaya direniyoruz.
Hepsi bu mudur yani?
Evet, belki budur belki de bu kadar değil, ama şurası kesin, hep bir fazlası var!
Budur; çünkü Kafka, Brecht, Joyce ve Faulkner’ı hayranlıkla okuduk, okuyoruz. Yarattığı ‘modern palyaço’ ile Chaplin’i izliyor, izletiyoruz. Öldürmeyeceğiz, savaşmayacağız diye haykırarak savaşa karşı güçlü bir nefreti insan ve hayvan figürlerine dehşetengiz acıyla işleyen Picasso’nun Guerneca’sından gözümüzü alamıyor, bakmaya doyamıyoruz.
Aslında etik açıdan kötü bir şey yaptığımız yok, o en yalın haliyle, hayatın anlamını araştırmayı uğraş edinmişiz kendimize. Bu da elimizdeki hep o bir fazla, yani o artık olan, o bizde kalacak olan, o bir fazla olan. Belirgin bir soğukluk ve uzaklaşma duygusuyla dünyanın, bir anlamda o her şeyin, sanatın orada olduğunu bile bile yeniyi yaratanları önemseyerek yaşamaya devam ediyoruz en nihayetinde.
Muhafazakâr olandan bir değeri muhafaza etmesi, evet, beklenir; sorun, muhafazakâr olanın tüm sanatı nitelemeye yeltenmesinde –“muhafazakâr sanat”-, yani sanatı bir sınır düşüncesinin içine kilitleme çabasında. Bu sınırlanan düşüncede değerlerin kökenine milli motifler yerleştiriliyor, âdet ve geleneklere bağlı kalınıyor, değerlerin korunması, yaşatılması yönünde girişimlerde bulunuluyor. Bazı şeyler halen yasaklanıyor. Sonra o yasaklar deliniyor, sonra al başa yeniden, yeniden… Bir şey, sözgelimi ahlâki bir değer, muhafaza edilirken homojen bir çerçeve içine hapsedilerek o şeyin korunduğu sanılıyor, büyük yanılgı.
Bu düşünce biçimi aksıyor açıkça. Belirli bir yaşantı biçimini dayatıp yeniliğe kendini kapatıyor, kırtasiyeci edebiyatı tutup gerisini görmezden geliyor, dahası köstekliyor.
Sanattan beklenen kendi anlatım biçimleriyle yeni olanı yaratmak ya da aramaksa Thomas Mann, sanatın anlatım olanakları eskidiğinde ve yozlaşmaya yüz tuttuğunda, tüm bunlardan sıkılıp sanatta yeni olanaklar aradığımıza dikkat çeker. Yeni olanaklar ile kastedilen yeni bir kitap, film, tiyatro ya da beste türlerinde verilen eserlerin insanda bir şeyi yerinden oynatmasıyla yakından ilgili. Walter Benjamin, sanatın ana görevlerinden birini, kişide karşılık bulma zamanı gelmemiş olan bir istek uyandırma olarak saptadığında, sanat eyleminin neden önemsendiği az çok anlaşılabiliyor.
Sanat, pür alık kalmamızı isteyen egemenin iştahını kabartıyor, daha da önemlisi iştahı kabaran egemen, bazen de sanatın denetlenmesi gerektiğini savunuyor, bunun için kurullar oluşturuluyor. Amaç, çoğu zaman ahlâki normların zedeleneceğine ilişkin yoğun bir endişe. Tüm bunlar işte, bir bakıma ciddiye alınası sorunlar, ciddiye alıyoruz çünkü egemen böylesi tutumlarıyla bir tür aşırılığa kaçma, hatta gerçeklikten sapmanın eşiğindeymiş gibi duruyor.
Stendhal, her türlü ahlâk kaygısının, yani sanatçının kendini gözeten böyle bir kaygıyı içinde taşımasının sanatı öldürdüğünü söyler. Eski ile yeni arasında kurulan köprü, buna düşünsel birlik ya da uzlaşı diyelim, değil bu çağın sanatında hiçbir çağın sanatında kolay kurulmamıştır, evet. Çünkü şöyle bir bilgi de var: eskinin ne zaman, nasıl bir ortamda çürümeye başladığı, yeninin ne vakit, hangi koşullarda mayalanmaya başladığı tam olarak bilinemez şeyler. Bu nedenle muhafazakârlık ve sanat üzerine düşünürken kaygan bir zemin üzerinde yol almaya çalıştığımızın farkında olmak, tepe taklak düşmemek için uzlaşı noktaları belirlemenin kaçınılmazlığını kabullenmek, kim bilir, belki de sağduyunun bize fısıldadığı bir öğüttür, dinlenesi olduğundan kulak verilmeli.
Muhafazakârlık üzerine tartışırken bir eylemin, en açık haliyle sanatın denetilemez olduğu sıklıkla unutuluyor, unutulmasın. Egemenin, değerleri muhafaza edeceğiz iddiasında olduğu gibi eğer sanat, muhafazakâr unsurlar kullanılarak iktidarın yararı için araçsallaştırılıyorsa uzlaşı imkânsızlığının baş göstereceği bilinsin en azından. Aksi halde, sanat, kaybedilir, zaman, kaybedilir; daha birçok şeyle birlikte sanat hem tükenir hem de tüketir.
Diyeceğim son şey, uzlaşma çabasındaki tuzağın yerini gösterecek.
İyi bir niyete yaslanıp düşünce üretirken konuşmanın en başında masummuş gibi görünüp kabul edilen kimi argümanlar, bir süre sonra kontrol edilemez bir biçimde peş peşe birbirini yanlışlamadan dizilebilir, aman dikkat. Çağlar boyu kazanılmış insani değerleri tümden ortadan kaldırabilecek bir sona doğru yol almak kuvvetle muhtemeldir. Sonunda, en sonunda gelinen yerde, içinden geçilen süreç dikkatli okunmazsa sanatın ve sanatçının ölümü kulağa irkiltici gelebilir, gelmesin, taviz denilen şey böyle bir şeydir biraz da.
İlgili okur için okuma önerileri;
Annemarie Pieper, Etiğe Giriş, Ayrıntı Yayınları, 1999.
Alain Bodiou, Etik – Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme-, Metis Yayınları, 2004.
William Frankena, Etik, İmge Yayınları, 2007.
İoanna Kuçuradi, Sanata Felsefeyle Bakmak, Türkiye Felsefe Kurumları Yayınları, 2009.
0 yorum:
Yorum Gönder