Tarihyazımının dışında bırakılan kadının deneyimleri görünmez kılınıyor, tarihsiz ve deneyimsiz bırakılan kadın çocuk ve delilerle aynı kaba konup karar verme, iradeyle davranma, mücadele etme yetileri yok sayılıyordu. Bu yüzden “kadınların tarihini kadınlara kazandırmak” gerekiyordu.
Fatmagül Berktay’ın Tarihin Cinsiyeti adlı kitabında, tarihyazımında kadınların yok sayılmasına değinilirken bir yandan da Osmanlı’dan günümüze, dünyadan örnekleri de karşılaştırarak kadınların tarihinin dökümü yapılıyor. Kitap, Berktay’ın, tarihin cinsiyeti ve tarihyazımının nasıl olması gerektiği, kadınların tarihteki varoluş durumları ve mücadelesine odaklanan on üç makaleden oluşuyor.
Ülkemizde kadınların “insan hakları”nın güvence altına alınmasının milim milim ilerleyen tarihini okuyoruz bu yapıtta. Kamusal hayatta erkeğin kadına uyguladığı hak ihlallerine karşı yapılan yasal düzenlemelere rağmen erkek, özel alanda özgürlüğünü kısıtsızca kullanmayı sürdürüyor. Osmanlı’dan günümüze kadar kadın hakları konusunda çıkan yasalarda kısmen iyileştirmeler olsa da temeldeki gerçek şu: “Bütün bu maddelerde egemen olan anlayış, kadını özerk bir insan varlığı değil de baba ya da kocanın mülkü sayan ve kaçırılması, tecavüze uğraması vb. hallerde kendisinin değil, ona sahip olanların mağdur olduğunu kabul eden binlerce yıllık ataerkil anlayıştır.” (s.101)
Berktay, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm” makalesinde uzunca bir yer ayrılan Türk modernleşmesinde kadının konumunun “erkekler tarafından sıkıca çizildiğini”, bunun, ideal kadın ile varolan kadın arasındaki çelişkinin ataerkil çözümü olduğunu belirtir. Bu ataerkil çözümle de yetinmeyen erkekler toplumsal kurumların değişimi konusunda modernleşme savunucusu olsa bile, kadının konumu söz konusu olduğunda İslamcı/gelenekçi kesime yakın hissetmiş, hepsi kadınları “iyi zevcelik ve annelik”le sınırlandırmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Kadınlar kamusal alanda farklılıklarını ve cinselliklerini bastırmak zorunda kalmışlar, uluslaşma sürecinde ne yapsalar “ulusun özevlatları” olamayacaklarını anlamış ve derin bir karamsarlığa kapılmışlardır.
Ardı sıra gelen makale “Kimlik Politikasının Sınırları ve İslamcı Kadın Kimliği”nde 90’lar ve 2000’lerde etkin olan İslami feminizm ve bu kimliğin talep ve savunmalarına Batılı feministlerin verdiği destek eleştiriliyor. Berktay’ın dinsel kimlikler ve bu kimliklerin kadın mücadelesindeki etkileri konusundaki tespitleri günümüzü anlama/anlamlandırma açısından çok önemli. “Daha başından düşman bir dış dünyaya karşı sığınak, ‘içerde’ olanlar için de dayanışma görevi gören, savunmacı kimlikler bunlar. Aynı zamanda kurumların özerkliğini yok eden globalleşmeye karşı sınırları bulanıklaştıran ve istikrarsızlık yaratan yeni ve esnek ilişkiler ağına karşı ve nihayet ataerkil ailenin krizine karşı bir reaksiyonu ifade ediyorlar. Ataerkil ailenin dünya çapında krize girmesiyle kişiliğin ataerkil dayanakları yıkılınca, ailenin ve cemaatin ‘aşkın’ değeri ‘tanrı iradesi’ olarak yüceltiliyor. Zaten söz konusu kimliklerin esas gücü de sınırları belirsizleşmiş ve değişkenliğinden ötürü daha da tehdit edici hale gelmiş bir dış dünyaya karşı insanlara kesinlik ve korunma vadeden sığınaklar olmasında yatıyor.” Böyle bir ihtiyaca denk düşmesine rağmen dinsel kimlik savunucularının büyük bir kısmı kadının kadın, erkeğin erkek olarak kalmasını hararetli bir biçimde savunduklarından farklılıkların özgürce ortaya çıkmasına engel olurlar ve toplumun, geleneksel cemaatçi kalıpların yarattığı sınırlar içinde kalmasına yol açar.
“Meşum Kadınlar”da mitolojiden çağımıza, Medusa’dan Femme Fatale’e kadar iktidar tarafından uğursuz ve ölümcül ilan edilen kadınların tarihine göz atıyoruz. Sonrasında Behice Boran’ın sosyalist mücadelede “kadın” ve “kendi” olarak yer alışına ve Suat Derviş’in edebiyatın testosterondan geçilmeyen ortamında cesaretle yazmasına tanık oluyoruz.
Son makale “Salem’in Cadıları”nda 1692 yılında Salem kasabasında 19 kişinin cadı olduğu gerekçesiyle asıldığı sorgulama ve yargılama süreci, cadı avlarının üç yüzyıllık tarihiyle birlikte anlatılıyor. 15. Yüzyılda papalık fermanıyla onaylanan iki rahibin öteki rahip kardeşlerini uyarmak için yayınladıkları bildirgede “Çok kadının olduğu yerde çok cadı olur.”deniyordur. Sonrasında da “ Katolik inancına ebelerden daha fazla zarar veren kimse yoktur. Eğitim görmemiş bir kadın şifa vermeye kalkışırsa onun cadı olduğuna hükmedilir ve öldürülür.”diye devam edilir. Burdan, çoğunlukla topluluk dışında kalmış, sivri dilli bağımsız kadınların öldürüldüğü bu cadı avlarının temel nedenlerinden birinin erkeklerin toplumsal statülerinin sarsılma tehlikesi olduğu görülür. Çünkü o dönemde eğitim almış erkek doktorlar geleneksel şifacı/ebe kadınlardan rahatsızdırlar. Kadınların şiddet, yaşam hakkının gaspı ve buna karşı mücadelelerinden oluşan tarihlerinin toplumsal histeri biçiminde yaşanmış bir parçasıdır bize aktarılan. Bu parçayı okuyunca günümüzde “cadı” diye çağrılan kız çocuklarının yetişkin kadın olduklarında varlıklarını tehdit edecekleri düşüncesinin erkeklerin bilinçaltında hâlâ sürdüğünü sezeriz. Yaramaz erkek çocuklarına layık görülen yüreklendirici “aslan” sıfatı, kız çocukları için biraz da serzenişle söylenen “cadı” ya dönüşür çünkü.
Fatmagül Berktay’ın Tarihin Cinsiyeti kitabı feminizmin başucu kitabı, ancak şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki kadınlar açısından tarihin de başucu kitabı. Kadınlar tarihlerini kazanmalılar. Bu, feminist mücadelenin bir parçası. Kadını erkeğin ötekisi olarak kurgulayan söylemlere inat kendi tarihimizi yazıp aktarmalıyız.
TARİHİN CİNSİYETİ, Fatmagül Berktay, Metis Yayınları, 2012.
0 yorum:
Yorum Gönder