Bir süredir tarih neden yazılır diye düşünüyorum.
1980’li yıllarda ortaokul öğrencisiydim ve o zamanlar dersimizin adı milli tarih idi. Bugün bana öyle geliyor ki dersin adı o günkü haliyle çok daha dürüsttü. MEB bu zamanla, dersin –içeriğine dokunmadan- adından milli ibaresini kaldırdı. Bertrand Russell’ın tarih üzerine çok bilinen sözlerini bir kez daha hatırlayalım: “Okullarda okutulan tarih kitaplarının o ülkenin tarihçileri tarafından değil, başka bir ülkenin (hatta düşman ülkenin) tarihçileri tarafından yazılmışlardan okutulması" önerisi dinleyen kulakta ağrı yapabilir, ama ‘tarih’ işte o zaman yıllar süren ve hep ‘bizim’ kazandığımız kanlı bir savaş/masal olmaktan çıkar. İşte o zaman bize karşı pencereden bakan komşunun ‘öcü’ olmadığını o'nun da bizim gibi aşamalardan geçip tam da devletinin istediği gibi bir koyun olduğunu ve tarihte kazanan büyük hükümdarın ‘savaşlarda galip gelen değil’ aksine halkına ‘en uzun barışı’ yaşatan küçük insanlardan olduğunu öğrenirdik.
İtalyan siyaset bilimcisi, tarihçi ve yazar Enzo Traverso 20. Yüzyıl zorbalıklarını yorumlamak üzere kaleme aldığı çalışmasına 1989’a mim koyarak başlıyor. Çünkü bu tarihten önce yazılacak bir 20. yüzyıl tarihi eksik kalacaktır. 9 Kasım’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı Doğu Bloku’nu parçalarken, 3 Aralık’ta gerçekleşen Bush-Gorbaçov görüşmesi Soğuk Savaş’ı resmen sona erdiriyordu. Bu kavşakta durup, araya yirmi yıllık bir mesafe koyarak geriye bakan Traverso, yüz yıl boyunca süregiden zorbalıkların çetelesini tutuyor.
Kitabın hemen başında Walter Benjamin’den alıntılayarak tarih anlayışını belirtiyor: “Tarihselcilik, yenenlerle bir empati ilişkisi kurarak XIX. Yüzyılın en güçlü uyuşturucusu olmuştur: Öyleyse, geçmişi yenilenlerin bakış açısından canlandırarak perspektifi tersine çevirmek gerekir.” Neden böyle olmalıdır bu? Reinhart Koselleck’e kulak verelim şimdi: “Kısa vadede ‘tarihin’ yenenler tarafından yapılması mümkün olsa da, tarihsel bilgi kazanımları uzun vadede yenilenlerden gelir. Yenenlerin safında yer alan tarihçiler yazgısal bir şematizme sürüklenirken; yenilenlerin safında yer alan tarihçiler geçmişi daha keskin ve eleştirel bir bakışla, daha ayrıntılı olarak gözden geçirirler.”
Traverso, kitabının ilk bölümünü Eric Hobsbawm’a ve onun kısa XX. Yüzyıl tarihi, Aşırılıklar Çağı(1994) adlı eserine ayırmış. 1932’de Berlin’de on beş yaşında iken komünist olan Hobsbawm’ın görüşlerinde ölene değin bir değişme olmaz. XX. Yüzyıl Hobsbawm’ın yaşamı olmuştur ve tarihi otobiyografiden ayırmakta yaşadığı zorluğu bütün içtenliği ile itiraf eder. Kendisi de Troçkist bir tarihçi olan Traverso, Hobsbawm’ın Marsist okuyuşunu yanlı bir tarih okuması olarak değerlendirir. Aşırılıklar Çağı’nın en güçlü sayfalarının 1914-1945 dönemini, bir kıyamet ortamını betimlercesine anlattığı giriş bölümü olduğunu belirtip, Hobsbawm’ı ciddi bir eleştiri yağmuruna tutuyor Traverso. Hobsbawm’ı ister sevin ister sevmeyin, isterseniz daha önce hiç duymamış olun bu satırları okumak zihinsel bir ziyafet.
İkinci bölümü François Furet ve Arno Mayer’in Stalinizmin korkunç suçları hakkındaki fikirlerine ayıran Traverso, Sovyet suçlarını büyük oranda kabullenir ama Bolşevikleri düşmanlarının betimlediği gibi kana susamış zorbalar olarak nitelemeye karşı çıkar. Ancak komünizm yalnızca Orwellci bir kabus olmamıştır; o aynı zamanda madun sınıflara bir haysiyet duygusu vermeyi ve çok sayıda neslin umutlarını ateşlemeyi başarmıştır, dedikten sonra Koestler’den alıntılar: “Haklı nedenlerden dolayı haksızdık. Rus Devrimi’ni baştan beri aşağılayanlar bunu, bizim hatamızdan daha az övgüye değer bir sebeple yaptılar: Hayal kırıklığına uğramış bir âşıkla sevmekten aciz olanlar arasında dünya kadar fark vardır.”
Üçüncü bölümde XX. Yüzyılın faşizmleri George Mosse, Zeev Sternhell ve Emilio Gentile’nin görüşlerine yer verilerek irdelenir. Bu bölümde faşizmlerin soy kütüğünü çıkaran Traverso, yukarıda andığımız düşünürlerin faşizmin çok önemli bir özelliğini, antikomünistliğini ıskaladıklarını yazar. Traverso’ya göre antikomünizm faşizmin güzergâhını başından sonuna kadar biçimlendirir. Öyle ki İtalyan faşizmi, Nazizm ve Frankoculuk İspanyol İç Savaşı sırasında birleşik bir cephede antikomünizm adına bir araya gelmişlerdir. Faşizmin, komünist devrimle kıyaslanmasına karşı çıkan Traverso, faşist devrim kuramının bizzat kendisi problemlidir der ve oradan devam eder: “Faşizmlerin hepsi yasal yollarla iktidara gelmişlerdir. Diğer bir deyişle, faşist rejimlerin doğumu her zaman faşizm ile muhafazakârlık arasında belli bir geçişme derecesi içerir.”
Dördüncü bölümde Martin Broszat ve Saul Friedlander arasındaki bir yazışmaya yer verilir. Bu iki tarihçiden ilki 1945’te 19 yaşında ve Hitler gençliği üyesidir, diğeri ise savaş sırasında Fransız Katolik bir ailenin kendisini saklaması sonucu hayatta kalmış Alman Yahudisidir. Bu yazışmalardan hareketle bir çıkmazı işaret eder Traverso. Nazizm artık kurbanlar tarafından geçmek bilmeyen bir geçmiş olarak algılanıyordu ve işte tam da bu nedenle Nazizm’in tarihselleştirilmesi hem zorunlu hem de imkânsızdır.
Beşinci bölüm ucu açık sorular soruyor: Şoah kıyaslanabilir mi? Mesela Ermeni soykırmı ile benzeştirebilmek mümkün müdür? İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman şehirlerinin İngiliz-Amerikan hava kuvvetlerince bombalanması, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, Stalin’in totaliter komünizmi… Sonuçta Şoah bazılarına göre biricik olay, bazılarına göre Batı’nın gerçekleştirdiği bilmem kaçıncı katliamdır. Dan Diner’e göre Şoah bir çeşit anlayışın no man’s land’i (tarafsız bölgesi), yorumun kara kutusu haline gelmişti.
Altıncı bölümde Foucault’nun ürettiği biyoiktidar kavramı üzerinde duruluyor. Foucault’ya göre biyoiktidar, öldürme gücüne sahip bir egemenden çok, hayatlarını düzenlediği ve koruduğu canlı bedenlerin bir fabrikasıdır. Yaygın, çok şekilli, kılcal, her yerde hazır ve nazır olmakla birlikte genellikle görünmez ve elle tutulmaz olan biyoiktidar, devlet aygıtını tahakkümün yegane aracı haline getirir. Foucault buradan yola çıkarak modernitenin pastoral iktidar biçimi yarattığını savlar: “Pastoral iktidar düşmanlarına karşı çıkmakla birlikte ne düşman ne şiddet tanır, pastoral iktidarın başlıca işlevi düşmanlarına kötülük yapmak değil kolladıklarına iyilik yapmaktır. Kelimenin en somut anlamında iyilik yapmak: yani beslemek, bir geçim sağlamak, yem vermek, pınarlara götürmek, iyi otlaklar bulmak…” Foucault’nun bu açıklaması Nazi pastoral iktidarı hipotezini doğrular gibidir.
Yedinci bölümde eleştirel düşünce tarihinin oluşumunda sürgünlerin rollerine yer veriliyor. Miyop ve unutkan bir dünyada diye dile getiriyor Traverso, sürgünlerin alarm çığlıkları olmasaydı Hiroşima, Gulag ve Auschwitz gerektiği gibi değerlendirilemeyecekti. Totaliter rejimlerin baskısından kaçarak başka ülkelere sığınan sürgünler, bir vatansız olarak dünya vatandaşlığına terfi ediyor ve sadece kendi ülkelerindeki değil başka ülkelerdeki kıyımlar konusunda da ilk harekete geçen insanlar oluyorlardı.
Son bölüm yüzyılın genel bir değerlendirmesine ayrılmış. Sovyet rejiminin batarken aslında kendisiyle birlikte, yükselişine eşlik etmiş olan ütopyaları da suların dibine çekmişti diyen Traverso, geçmişten geleceğe bir umut arayışı içinde sürdürür yorumlarını. Yüzyılın panoramasını çıkaran Traverso bunu yaparken tarihin ne’liği üzerine kafa yoruyor ve okuru bu konuda da düşünmeye zorluyor.
Kendi tarihini popüler dizilerden takip edenlerin yaşadığı bir ülkede eleştirel tarih okumalarından da keyif alacak okurlar olduğunu hayal etmek istiyorum.
SAVAŞ ALANI OLARAK TARİH, Enzo Traverso, Çeviri: Osman S. Binatlı, Ayrıntı Yayınları, 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder