Anlatılan Senin Hikâyendir Ya Da Hikâyenin Bir Kısmı (Sanem YARDIMCI)

Biyografi okumak, tarih kitaplarının anlattıklarını bir kişinin ekseninde yeniden elle tutulur hale getirir, kocaman tarih anlatılarının birebir insanların yaşamlarında neye tekabül ettiğine dair bir fikir verir. Hele ki biyografinin konusu Ulrike Meinhof olduğunda; yetim olmanın, kadın olmanın, muhalif olmanın, anne olmanın, ünlü bir gazeteci, editör, film yapımcısı olmanın, tüm bunları elinin tersiyle itip gerilla olmanın, bir numaralı devlet düşmanı haline gelmenin, mahkûm olmanın, tecridin hikâyesi anlatılır.

Yazarı Jutta Ditfurth’un ifadesiyle altı yıllık araştırmanın ürünü olan biyografi, Ulrike Meinhof’a dair kendisinden önce kaleme alınan Alois Prinz’in Türkçeye de çevrilen Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim gibi diğer metinleri de eleştiriyor. Daha en başında Meinhof ailesinin sanıldığı gibi Nazi iktidarına karşı direnen Hıristiyanlardan olmadığını, aksine babasının bir Nazi destekçisi olduğunu bu anlamıyla Ulrike’nin tipik bir Alman ailesine doğduğunu aktarıyor. Meinhof biyografilerini eleştirdiği bir diğer nokta da, Ulrike Meinhof’u bir tür kaza sonucu silahlı mücadeleye geçmiş gibi gösterilmesi. 35 yaşında ünlü bir gazeteci, film yapımcısının neden gerilla olduğunu kavramakta güçlük çeken akılların Ulrike Meinhof’un seçimini önemsizleştirmelerine karşı çıkıyor. Ditfurth, Meinhof’un bilinçli bir şekilde bu kararı aldığı, dönemin Almanya’sında, silahlı mücadele seçeneğinin pek çok sol grup içerisinde tartışıldığını, dolayısıyla yaygın kanının aksine RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu)’ın tesadüfen kurulmuş, amacı belirsiz bir örgüt olmadığını vurguluyor. Her ne kadar kitabın bazı yerlerinde kaynağı belirsiz iddialara yer verse de, Ditfurth savaş sonrası Almanya’sına dair bir panorama da çıkarıyor: Adenauer döneminde faşizmle yüzleşmenin ne kadar eksik olduğunu ve neredeyse hiç gerçekleşmediğini, Nazilerin ekonomi ve siyasetteki kilit konumlarda istihdam edilmeye devam etmelerinin nasıl bir Almanya yarattığını,  Almanya’nın NATO üyeliği ve yeniden silahlanmaya başlamasını… Bunlara ek olarak Willy Brandt dönemini, nükleer silahlanma, üçüncü dünya ülkelerindeki bağımsızlık mücadelelerine karşı hükümetin tavrı, Doğu Almanya ile batıda parlamento dışı muhalefet arasındaki ilişkiler, basının tekelleşmesi ve buna karşı yürütülen mücadele, 1952’den itibaren çoğalan eylemler ve bu eylemler esnasında yaşamlarını kaybeden eylemciler, olağanüstü hal yasasını da görüyoruz. 

450 sayfalık 34 kısa bölümden oluşan biyografide, Jutta Ditfurth, Ulrike Meinhof’un hayatının ayrıntılı bir şekilde aktarıyor. Küçük yaşlarda otoriter eğitim sistemine karşı çıkan, ailesi öldükten sonra kendisinin ve kardeşinin sorumluluğunu üstlenen manevi annesi Renate Riemeck ile çatışan, Meinhof 1958/59 yıllarında nükleer karşıtı hareket içerisinde siyasallaşır. Yaygın kanının aksine 50’lerin sonunda sadece nükleer silahlara değil aynı zamanda nükleer enerjiye de karşı çıkıldığını ve bu hareketin önde gelen isimlerinden birinin Ulrike Meinhof olduğunu öğreniriz. 1956 yılında kapatılan ve yasaklanan Komünist Partiye üye olur, parlamento dışı muhalefet içerisindeki her geçen gün daha belirgin bir yer edinir. Vietnam savaşı ve tüm dünyaya yayılmış emperyalizm karşıtı eylemleri düzenler, onlara katılır. Muhalif Konkret dergisine yazılar yazar ve daha sonra derginin editörlüğü görevini üstlenir. Radyo yayıncılığı ile de ilgilenir. Radyo ve televizyon için o dönemde çok da ilgi çekmeyen göçmen işçilerin durumlarını, yetiştirme yurtlarında yaşayan kızları konu edinen haberler, belgeseller hazırlar. Üniversitede gazetecilik eğitimi verir. 1972 yılında Andreas Baader’in kaçırılmasına yardım ederek silahlı mücadeleye geçer. Tanıdığı RAF sempatizanı bir öğretmenin ihbarı üzerine yakalanır, beyaz işkence olarak adlandırılan sesten tamamen yalıtılmış bir hücrede aylarını geçirir.  Yargı süreci devam ederken hücresinde ölü bulunur.  

Tüm bunların yanı sıra biyografi, kişisel yaşamının mihenk taşlarını da konu ediniyor: 1974 yılında Ulrike Meinhof hakkında bir kitap yayınlayan Klaus Rainer Röhl ile evliliği, ikizlerin doğumu, boşanması, yalnız iki çocuklu bir anne olarak yaşam sürdürme çabası... Ancak Ditfurth kişisel yaşamına dair kurduğu cümlelerde klişelere sığınmayı seçmiş. Meinhof hakkında yaratılan dezenformasyonu eleştirirken, kişisel hayatına dair tahmine dayalı olduğu açıkça belli cümlelerin dökülüvermesi, biyografinin çizmeyi amaçladığı resme gölge düşürmüş. Sözgelimi ilk gençlik yıllarında Ulrike’nin aşık olduğu Maria ile olan ilişkilerini anlatırken, ya da annesi fırtınalı bir gecede öldüğü için Ulrike’nin her zaman fırtınadan korktuğunu iddia ederken. 

Ulrike Meinhof kimdi? Ulrike Meinhof kadındı, komünisti, silahlı mücadeleyi seçmişti, yakalandı, beyaz işkenceye maruz kaldı ve Stammheim’daki hücresinde ölü bulundu. Burjuva toplumunun idealize ettiği yaşam şeklini reddetti. Hücresinde ölü bulunduktan sonra Hessen eyaletinde yayınlanan gazeteye verilen “vergi mükellefleri” imzalı bir ilanda, aldığı ölüm kararı için kendisine teşekkür edilmesi ya da aradan yıllar geçtikten sonra 2001 yılında hâlâ onu bir yere konduramayan akılların beynini incelemeye yeltenmelerine şaşmamalı. Ne de olsa toplumlarımız bu ideale dayanıyor. 

Türkçe çeviriye dair not: Redaksiyon yapılırken parlamento dışı muhalefetin Almanca kısaltması olan APO, kitabın bazı yerlerinde açıklama yapılmaksızın bırakılmış, APO’nun Almancadaki karşılığını bilmeyen okuyucunun metni anlamasını imkânsızlaştıran bu hatayı yayınevlerimizin kabarık kabahat defterlerine ekleyelim. 

ULRIKE MEINHOF, Jutta Ditfurth, Çev. Saliha Nazlı Kaya, Agora Kitaplığı, 2010.



0 yorum:

Yorum Gönder