Mekânların üzerimizde bıraktığı etki çoğu zaman anlaşılmazdır. Bir yandan bağlanırken, bir yandan da kaçarcasına uzaklaşmak isteriz bulunduğumuz şehirden, sokaktan, evden, sevdiğimiz insanlardan… Hissettiklerimizden izler bırakırken yaşadığımız yerlere ve yeni eşyalara yeni anlamlar yüklerken her şeyi bırakıp gitmek de isteriz aslında. Kalmak ve gitmek arasında kuruludur düzen. Ve bu “düzenli bir yaşam” adı verilen koşuşturmacanın ortasında sıradan işlerle uğraşırken gün gelir “düzenli bir yaşam”ın ortasında eriyip gittiğimizi fark ederiz. Bu farkındalıkla yaşamak daha zordur artık. Kurulan düzen içerisinde sahip olduğumuzu sandığımız olanaklardan vazgeçmek demektir gitmek. Her şeyi ve herkesi geride bırakıp gitmek… Düşlerin ve yeni bir yaşamın peşine düşmek… Yeni yerlere yeni anlamlar yüklemek için yollara koyulmak… Gitmek hep mümkün olabilir mi? Sürekli gitme hali ne kadar sürebilir? Ya kalmak… Gitmekten daha mı kolaydır? Kök salıp yerleşmek, dallanıp budaklanmak için verilen onca emek, zaman… Yüzyıllardır aynı topraklarda sürdürülen yaşama, süregelen bir hikâyeye dâhil olarak yaşayabilmek kolay mıdır? Onca anının, yavaş yavaş silinmeye yüz tutmuş insan yüzünün ve sesinin arasında nefes almak; acılara, ölümlere, kayıplara, katliamlara tanıklık ederek doğduğumuz topraklarda bir yaşam kurmaya çalışmak gitmekten daha mı kolaydır? Ya da gitmek, ne kadar uzaklaştırır insanı yaşadıklarından, anılarından, yaşamına girmiş tüm insanlardan? İnsan, yine de insan değil midir bulunduğu yerden ne kadar uzaklaşsa da?
Kalmakla gitmek arasında bir yerlerde öylece dolaşırken hissettiklerimizi dile getiren bir İsrail romanı Dört Ev Hep Hasret. 1971’de Kudüs’te doğan Eşkol Nevo’nun ilk romanı.
Toplumsal olayları, çatışmalarıyla İsrail’e; düşleri, umutları, tutkuları, aşkları ile İsrail’in insanlarına odaklanan bir roman Dört Ev Hep Hasret. Iraklı göçmen bir aile: Sakianlar, birbirlerine tutkuyla bağlı iki genç: Amir ve Noa, ağabeyini askerî bir saldırıda kaybeden küçük bir çocuk: Yotam, doğduğu toprakları çocukken terk etmek zorunda kalan bir Arap: Sadık’ın hikâyesi dört ayrı evde ele alınsa da aynı topraklarda birleşiyor. Eski bir Filistin köyüne başka yerlerden gelip yerleşen bu insanların gözünden tanık oluyoruz anlatılanlara. Sakian ailesinde din meselesiyle, Yotam’ın evinde savaş ve ölümle, Noa ve Amir’de aşkla, Sadık’ın dünyasında ise toprak hasretiyle karşılaşıyoruz.
Kurgu, farklı anlatıcılarla ilerliyor. Yaşananlara kimi zaman Amir’in, kimi zaman Noa’nın, bazen Yotam’ın, Sadık’ın, zaman zaman da Sakian ailesinin bireylerinin penceresinden bakıyoruz. Yazarın kullandığı farklı anlatıcılarla kurgulama tekniği karakterleri daha yakından tanımamızı, onlarla bütünleşmemizi, hatta onlar gibi düşünüp hissetmemizi; birbirinden çok farklı düşünen/yaşayan karakterlerle empati kurmamızı sağlıyor. BirGün gazetesinden Bahar Fatma Çandır’ın yazarla yaptığı röportajda “Edebiyatın sınırları aşıp kültürlerarası köprü kuracağına her zaman inandım. Arap bir yazarı, Filistinli bir şairi okuduğumda bunu bir okur olarak tecrübe edebildim. Sınırların ötesindeki insanlığın yaşamını bu sayede görmek, empati kurabilmek edebiyatla mümkün.” diyen Eşkol Nevo bu düşüncesini romana sadece içerik/anlatım açısından değil, teknik açıdan da yansıtıyor.
Romanda 1990’ların ortasında, Yitshak Rabin’in öldürülmesinden sonraya denk gelen, terör saldırılarıyla sarsılan, barış sürecinin donup kaldığı bir dönemde, Yahudilerle Filistinlilerin arasında Kudüs’ün sokaklarında dolaşıyoruz. Eve dönme özlemiyle, aynı zamanda da yola çıkma arzusuyla yaşayan insanların arasında… Kimliğini bulmak için kendi toprağının hasretiyle yola çıkan insanların içinde… Bu yolculukta bize sevgi, aşk, korku, dostluk, umut, tutku ve hasret eşlik ediyor. Sınırları aşan bu duygularla hatırlıyoruz bir kez daha insan olduğumuzu. Ve tüm insanların dünyanın bir ucunda, uzak zamanlarda, farklı dillerde, bambaşka kültürlerde de ortak duygulara sahip olduğunu… Hikâyeler değişse de hissedilenlerin değişmediğini görüyoruz bir kez daha. Ayrı evlerde ayrı yaşamlar kuran insanların yollarının aynı hikâyede nasıl kesiştiğine tanık oluyoruz.
Kitaptaki karakterlerden birinin, Noa’nın sözleriyle kenardaki hikâyeleri aramaya başlıyoruz: “Hiçbir fotoğrafta sadece tek bir hikâye yoktur, her zaman kenarlardaki öyküleri de aramanız gerekir.” Kıyıda köşede unutulmuş hikâyelerle, acılarla karşılaştığımızda durup düşünüyoruz. Ve Noa’ya delicesine âşık olan ve kendisi için “köksüz, tutunacak bir yeri olmayan bir insanım” diyen Amir’in sözleri eşlik ediyor hissettiklerimize: “Anlıyor musun, her insanın göğüs kafesinde acıdan ve üzüntüden oluşmuş bir güneş var ve bu güneş yanan ışınlarını dışarıya yansıtıyor. İyi korunduğun zaman onlar sana işlemiyorlar. Ama korumasız olduğunda sana yakın olan insanların acıları senin de içine işliyor ve seni içten içe kavuruyor.” Amir’in ve Noa’nın evinden yaşama; aşka, acıya, özleme dair birçok söz akıp gidiyor. Bu sözler, başka evlerde, başka insanların yaşamlarında yeni anlamlar kazanıyor. Ağabeyini kaybeden Yotam’ın Amir’le kurduğu dostluk, onun yeniden yaşama dönmesini sağlıyor. Yotam’ın içindeki kocaman boşluk, Amir’in sıcacık sevgisi ve dostluğu ile dolmaya başlıyor. Kendilerini bulmaya çalışan Amir ve Noa, toplumsal sancıların içinde, başka insanların hayatlarında yeni bir arayışa çıkıyor.
Ve 1948’de iç savaş nedeniyle kendi topraklarından, evinden ayrılmak zorunda kalan Sadık’ın hikâyesiyle farklı bir boyut daha kazanıyor roman. “Bu savaş, İsrail hükümetinin kazandığı bir savaştı; ama bir de kaybeden taraf vardı ve bizim komşumuzdu. Savaşı onların gözünden anlatmak istedim.” diyen Eşkol Nevo 1948’deki Arap-İsrail savaşını romanda Filistinli bir karakter üzerinden, Sadık’ın gözünden ele alıyor. Sadık; yıllar sonra evini bulma, anılarına kavuşma umuduyla İsrail’e gelen bir Arap. Annesinin “İnsanlar ölür, ağaçlar ölür ama toprak sonsuza dek kalır.” sözlerini hiç unutmayarak toprağına/evine dönme arzusuyla yollara düşen Sadık’ın şu sözleri onun tüm insanlığa haykırışıdır: “Üzerinde oturduğunuz toprak benim. (…) Yemekleriniz, kavgalarınız, sevgileriniz, tüm bunlar benim toprağımın üzerinde oluyor. (…) buradan nasıl alıp götürsünler, burası benim evimken. (…) Toprağını terk edenin bir hayatı olamaz.”
Dört Ev Hep Hasret sınırların sürekli değiştiği Ortadoğu’da sınırları aşan bir roman. Bireysel yaşamlardan toplumsal sancılara uzanan bu roman umuttan çöküşe/kayboluşa giden yolda kimlik/aidiyet/yalnızlık/arayış gibi evrensel temaları ele alıyor. Ve bu temalar, Eşkol Nevo’nun şiirsel dili, roman tekniğindeki özgünlük ve içerikteki sürükleyicilikle birleşiyor.
DÖRT EV HEP HASRET, Eşkol Nevo, Çeviri: Özden Özberber, Can Yayınları, 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder