Meksikalı devrimci yazar Carlos Fuentes bir denemesinde, “Latin Amerika’daki gerçek hayat edebiyattan ilginçtir, gerçek olaylar bütün kurgusal öykülerden daha edebidir,” der. Yaşadığımız coğrafyadan Fuentes' in sözlerini doğrulayacak pek çok örnek verilebilir. Latin Amerikalı yazarların halk kültüründen yola çıkarak çok sesli bir yapı kurdukları öyküleri, romanları ilgiyle okuyoruz da kendi yazarlarımızın ana dilimizin olanca varsıllığıyla anlattıkları hikâyelerimizi neden görmezden geliyoruz?
Ülkemiz gibi siyasal eğilimlerin yaşantısını doğrudan yönlendirdiği toplumlarda, bu yönlendirme kültürel alanda da karşılık bulur. Her dönem kimi isimler öne çıkarılır kimi isimler yok sayılır. Üretim toplumundan tüketim toplumuna geçmek yaşantımızın her alanında pek de farkına varamadığımız bir yoksullaşmaya, unutuşa neden oldu. Hazır sunulan imgeleri kolayca kabulleniyor, doğrudan deneyim ile birkaç saniye önce televizyonda gördüklerimizi ayırmakta güçlük çekiyoruz. Yalnızca nesneleri değil olayları, felaketleri, cinayetleri, tecavüzleri, de iştahla tüketiyoruz. Fakir Baykurt' un 1967 yılında yayımlanmış kült romanı Kaplumbağalar'ı gösterişli reklamların, elbirliğiyle şişirilmiş çok satanların arasında Kasım 2007 tarihli on altıncı baskısından okudum.
Geçtiğimiz Mayıs ayında Tunç Okan'ın, Fakir Baykurt'un "Kaplumbağalar" romanından esinlenerek çektiği "Umut Üzümleri" filmini izlemiştim.
“Kaplumbağalar” romanı Ankara yakınlarındaki Alevi köyü Tozak'ta geçer. Kıraç topraklarında üzüm yetişmediğinden Tozaklılar yakınlardaki Sünni köylerden pekmez ve şarap yapmak için üzüm satın almak isterler. Sünni köylüler, günah olduğu gerekçesiyle onlara üzüm satmaz. Köy Enstitülerinin eğitimde etkin olduğu dönemdir. Yoksul Anadolu köylerinin pek çoğu ilk defa öğretmenle karşılaşmış, öğretmen sayısı yetersiz olduğunda da Köy Enstitülerince düzenlenen kurslarda eğitmenler yetiştirilerek köylere gönderilmiştir. Tozak Köyünün eğitmeni Rıza ve aykırı kişiliğiyle dikkat çeken Kır Abbas öncülüğünde köylüler kıraç toprağı büyük zorluklarla bağ için uygun duruma getirirler. Köylünün ikna edilme çabası, maddi olanaksızlıklar ve bilgisizlikle savaşım, devlet kurumlarından destek bulabilme umudu, yaşanılan hayal kırıklıkları romanın gerçekçi ve şenlikçi diliyle birleşerek okuru kolayca içine alır.
Devletin, Tozaklıların bağa dönüştürdükleri hazine arazisinden haberdar olmasıyla her şey tersine döner. Yoksul köylünün devlet denen asla sorgulanamayacak kuruma kanıyla canıyla kulluk etmesi beklenmektedir. Bu çarpık yapı, eleştirici kimi zaman trajikomik bir bakış açısıyla sunulur.
Erasmus'un “Deliliğe Övgü” yapıtı, gülmeceyi felsefe ile birleştiren, Rönesans yergi türünün ilk örneğidir. Erasmus toplumsal düzene, geleneğe, kurumlara, kiliseye, din adamlarına, laiklere, krallara, âlimlere, filozoflara, yazarlara, hukukçulara, doktorlara, öğretmenlere ağır eleştiriler yöneltir. On beşinci yüzyılda kimsenin kolay kolay cesaret edemediğini yapar, egemen sınıfların kuralları ile dalga geçer. Cervantes, Rönesans hümanizminin en önemli temsilcilerinden Erasmus’ tan etkilenmiş, edebiyat tarihinin unutulmaz karakteri Don Kişot'u yaratmıştır.
“Kaplumbağalar” romanında Kır Abbas, Anadolu topraklarında yaşayan bir Don Kişot olarak çıkar karşımıza. Cervantes'in kahramanından farklı olarak, aile, toprak, toplumsal düzenle olan bağını tamamen koparabilecek konumda değildir. İçinde yaşadığı ve bir parçası olduğu düzeni, ilişkileri sorgulayıcı bir bakışla değiştirmek, dönüştürmek peşindedir. Kır Abbas'ın kılıcını savurduğu yel değirmenleri, bürokrasinin acımasız çarkı, elini halkının cebinden çekmeyen devlet ve sömürüye dayalı sistemdir. Toplumsal düzeni sorgulayan, farklı bakış açılarına sahip olan aykırı kişilere yakıştırılan "delilik" sıfatı Kır Abbas' a da uygun görülür.
Kır Abbas, sevgi, cinsellik, aşk, doğa sevgisi, gibi insana ait tüm duygu ve durumları coşkuyla yaşar. Bir kaplumbağayı yalnızca kafası bozuk olduğu için ters çevirerek kavurucu güneşin altında ölüme terk etmesi Kır Abbas'ın kişiliğinde insana ait olan iyi kötü çatışmasını görünür kılar. Kaplumbağalar da köy halkı gibi susuzluktan kavrulur. Onlar da köylüler gibi “kölge” peşindedir. Kavurucu güneşin altında ters döndürülmüş kaplumbağanın yaşama tutunma çabası gibi onlarınki de sonuçsuz bir çabadır.
Alper Akçam "Türk Romanında Karnaval" adlı inceleme - eleştiri kitabında roman türünün edebiyatımıza girişinden günümüze gelinceye değin serüvenini inceler. "Köy Enstitüsü kökenli yazarların yazınsallıklarının ana damarında bulunan grotesk halk kültürüne ait özellikler ve özellikle gülmece eğilimi, ne yazıktır ki, yazın araştırmacılarımız ve eleştiri ortamımız tarafından hemen hiç algılanmamıştır. Seçkinci, derebeyci anlayışı yansıtan bir aydın kesimi, edebiyatımızda halk kültürü öğelerini taşıyan yapıtları "Köy Romanı" yaftası ile karalayıp dışlamış ve türün kanon diyebileceğimiz genel anlayış içinde gözden düşmesinde önemli rol oynamıştır.”(Alper Akçam, Türk Romanında Karnaval, s 296) sözleriyle durumu açıkça ortaya koyar.
Fakir Baykurt annesinin evinde olduğu bir akşam, köylülerine yazmayı düşündüğü romandan söz eder. Komşularından biri, “Sivrelt halam kalemini, sivrelt de yaz!” diye bağırır. Fakir Baykurt, o akşamı anlatırken insana ilişkin duygularını dile getirir: “(…) oturup yazdım. Kaplumbağalar odur, onlarındır. Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işiyle uğraşan okuryazarlar, yumrukçu ya da neme gerekçi aydınlar okuyacak. Belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar. Ama ben romanımı asıl o akşam anamın geniş odasında bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumasını, severse onların sevmesini, ıslıklarsa onların ıslıklamasını isterim. Yurdumun bir yazarı olarak beni en çok bu sevindirir. Belki bir gün o da olur. Düşünüyorum, mutlaka olur. Gün doğmadan neler, ne kızlar, ne oğlanlar doğar!”
Yaşadığımız karanlık günlere inat, yaşamın olduğu her yerde umudun da tükenmeyeceğini aklımızdan çıkarmadan “Kaplumbağalar”ı yeniden okumalıyız.
KAPLUMBAĞALAR, Fakir Baykurt, Literatür Yayınları, Kasım 2007.
0 yorum:
Yorum Gönder