Gülten Akın’ın ‘beni sorarsan’ı, her şeyden önce, birikmek ve dinmek sözcüklerinin yerleşik anlamlarını zihnimizde yeniden tasarlamaya olanak tanıyan bir kitap. İnsan öznenin şeyleri biriktirdiğinde çoğaldığını / çoğalttığını izleriz; oysa bir yandan da biriktirmenin esas kazanımlarından biri azaltmaktır; azalmanın dışsal değeri / karşılığı / yer yer vuruculuğu ise dinmek eylemine yaslanır. Az (!) sözcükle yazılmış bir şiirin belki de kendine has bir büyüsünün olması buna bağlıdır; şair erken gören bir hal / tavır içinde konumlar kendini şeylere karşı. Böylelikle derinleşen bir şiirden ziyade, şeylere dair bir derinliğin şiirine ulaşılır. Buradan düşünüldüğünde dinmek sözcüğünün olumsuz çağrışımlarının etkisizleştiğini anlamak zor değildir. Olan şey, dinmek, burada tam anlamıyla, dolayımsız bir kavramaya eşitlenir; anlaşılır söylemiyle ustalığa. Bir rahatlama anı gibidir bu; kavranmış ve söylenmiş / yazılmış olan bir anlamda dinmiştir. Azalan sözcüğün kuvveti mesele anlam olunca ‘dinmek’i, dinginliğe evirmekte gecikmez bu yüzden. Dolayısıyla rahatlıkla söylenebilir ki anlam açısından kayıp yoktur.
Akın’ın kitabın girişinde yer alan yazısında da, çok ve başka şeyler söylemek yerine söylenmiş olana eklemlediği tek ve aynı sözcükle bir pekiştirme yaratması da, artık yaşanan ve okunan dünya üzerine en azından ona acımak anlamında bir tekrarın ne denli geçerli olduğunu söyler gibidir. Necatigil’in ‘çok çiğ çağ’ından hareketle, artık ‘çok çok çiğ’ bir çağa ulaştığımızın altını çizen Akın, insanın artık birçok yetisini gerektiği gibi kullanamadığını da belirler. Öyle ki, artık aptalca bir biçimde yalnızca öldürenler ve ölenler vardır. Olup biten, yaşanan yalnızca budur. Yani; ‘beni sorarsan’ ister istemez karanlık bir noktadan bakılmış, yazılmış şiirlere doğru yola çıkıldığını imler. Fakat her başka şey gibi ‘karanlık’ta tek bir anlama / tanıma / duyguya sahip değildir; olması da mümkün değildir. Herkesin payına düşen yalnızlık, dünyanın hali karşısında çaresizlik, herkesin kendi karanlığının tonunu da belirler. Çünkü Gülten Akın’ın kitaptaki daha ilk şiirinde, ‘Beni Sorarsan’da söylediği üzere ‘dünya evlere çekildi, içlere’ gerçekliği, işleyen bir kapanma sürecinin herkesi kapsadığını, kimsenin bunun dışında kalmadığını, dolayısıyla yaşamın aydınlığından yaşamın karanlığına bir geçiş yapıldığını söylemektedir.
Kitabın ikinci şiiri ‘Çizecek Gibisin’ de, vazgeçme halinin karmaşık yapısının ele alınması, işlenmesi de bu anlamda oldukça önemli görünmekte. Bu şiirin ilk bölümünün ve ikinci bölümünün bitiş dizeleri, şiiri bütünüyle kuşatmasına karşın Gülten Akın ‘ait kılmak’ istercesine şiirini ‘ben’le başlatmış. ‘Yanıldım mı, yetişir mi sandım / Bir çekirdekten bir asma ‘ ve ‘Bir masal, bitimsiz bir gökyüzü çizecek gibisin / herkes için olsa’nın kuvvetli uyumu, şiirin ilk bölümündeki ‘Sen de görünür olandan / Görünmezin umudunu aldım’la, her insana ve bir insana söylenebilecek olmanın sonsuzluğunu sunmuş okura.
Kitap ilerlediğinde karşımıza çıkan ‘Kara Gözlükler’ şiirinde, Akın gözünü ölümün giderek garipleşen toplumsallığına dönüyor. Bu öyle bir toplumsallık ki yalnızca insanın değil, insanla anılabilecek her şeyin ölümünü kapsıyor. Şeylerin insanla birlikte toplumsal hayatın bir parçası olduğu gerçeğine de değinilmiş oluyor böylece. ‘Kara Gözlükler’in okura ne çağrıştırdığı çok açık; o çağrışan şeyin ölümle olan ilişkisine duyduğu sadakat bu şiirle birlikte, sarsıcı bir söyleme dönüşüyor: ‘Gömüyor gömüyor gömüyorlar / Gittikçe hızlanarak / Ağaçları, damları, hayvanları / Her şey yıkılıp dökülüyor / Bir tutam çim, çiçek her şey / Yasçılara para verilmiyor / Artık herkes yasçı / Bir yastan çıkıp ötekine giriyorlar / Tören sahipleri’.
‘Öteki Sorular’ şiirine geldiğimizde Akın’ın soran, anlamak isteyen; doğrunun ardına düşen sesi karşılıyor yine okuru. Herkesin kendi payına düşen karanlıkta görüp anlamlandırdığı şeyleri, Gülten Akın bir soruşturmaya dönüştürüyor: ‘Kötü padişah mı olmak istersin / Sakalı beş karış cüce mi? / Dünyanın köpeğe biçtiği anlam / İnsanın köpeğe biçtiği anlam / Alçakça mı, haksızlıklar mı taşır / Peki nedir, senin biçtiğin?’. Bu sorular geliyor çünkü, insanın tanımlama, alılmama kaybı artık oldukça üst düzeyde hayat içinde. Sanki yalnızca belirli anlarda ihtiyaç duyulan bir anlamı var şeylerin, o anın dışında her şey her şeye benziyor. Böylelikle ortaya çıkan bir aynılaşma, hiçliği getiriyor beraberinde. Bu hiçlik algısı şirin sonunda şair tarafından, modern dünyanın hiçlik algısını kuran ‘unutmak’ ile örtüştürülüp, tekrar ağır bir soruya dönüştürülüyor: ‘ölümün adını neyle değiştirdin / unutkanlık mı?’.
Bu şiirlerin yazıldığı hayatın, dünyanın insanın soluksuz yaşaması için doğru yer olmadığı açık. Sıradan şeylerin dahi durmadan değişen biçimleri insan tarafından algılanmalarına rağmen bir farkındalığa dönüşemiyorlar. Hal böyle olunca, bunun gerçekliğin dışında kalan, olanı biteni algılayan bir öznenin, bu yapının dışına çıkma isteğinden daha doğal bir şey olmuyor. Gülten Akın’ın ‘Veda’ şiiri de tam da bu noktaya tekabül ediyor: ‘Ben yoruldum gidiyorum / Kendi endişeni kendin seç.’.
Aslında kutsiyetin inşasını da ifşasını da yıkan şey bu; ölümün ve unutmanın birbirlerinin yerini almış olmaları, çoğu şeyin var olan anlamında bir yıpranmaya dönüşüyor. Başka bir şeyi görür, anlarken, başka bir şeyin hesaplaşması başlıyor ve sürüyor böylece. Örneğin Gülten Akın’ın ‘O Kadınlar’ şiiri bu meseleyi, 19 Aralık operasyonunda yakılan devrimci kadınlar üzerinden okurken, beyaz cam diyerek kastettiği televizyondaki kutsallık kodlarıyla, yakılmış kadınların birbirine karışmasını ele alıyor: ‘bir bir dökülüyor / evvelden birikmiş / minareler, kubbeler, çan kuleleri’, // ‘Hayat dönüş / çiğ gökyüzü / cezaevlerinde / diri diri yakılan kadınlar’.
Yazın başında değindiğimiz birikmek ve dinmek ilişkisi, ‘Dindim’ isimli şiirle Gülten Akın tarafından ete kemiğe bürünmüş bir hal içinde çıkıyor karşımıza. ‘ dinmek ne yok olmak / ne de susmak kaygılı / yeni yolculuklar için azık toplamak’ diyor Akın şiirinde. Yargıyı bizim söylemek istediğimiz noktadan ise tam olarak şöyle belirliyor: ‘ ekşimezse insan biriktirdiğiyle / şaraba dönüşür de / gün gelir hazır.’.
Sonuç olarak; Gülten Akın şiiri üzerine yazılmayan kalmadı neredeyse. Dolayısıyla kitabın içinden okura ilk anda ulaşması gerektiğini düşündüğümüz şiirler üzerinden bir okuma yapılmaya çalışıldı. Gülten Akın okumamak gibi bir ihtimal, zaten mümkün değil.
Akın’ın kitabın girişinde yer alan yazısında da, çok ve başka şeyler söylemek yerine söylenmiş olana eklemlediği tek ve aynı sözcükle bir pekiştirme yaratması da, artık yaşanan ve okunan dünya üzerine en azından ona acımak anlamında bir tekrarın ne denli geçerli olduğunu söyler gibidir. Necatigil’in ‘çok çiğ çağ’ından hareketle, artık ‘çok çok çiğ’ bir çağa ulaştığımızın altını çizen Akın, insanın artık birçok yetisini gerektiği gibi kullanamadığını da belirler. Öyle ki, artık aptalca bir biçimde yalnızca öldürenler ve ölenler vardır. Olup biten, yaşanan yalnızca budur. Yani; ‘beni sorarsan’ ister istemez karanlık bir noktadan bakılmış, yazılmış şiirlere doğru yola çıkıldığını imler. Fakat her başka şey gibi ‘karanlık’ta tek bir anlama / tanıma / duyguya sahip değildir; olması da mümkün değildir. Herkesin payına düşen yalnızlık, dünyanın hali karşısında çaresizlik, herkesin kendi karanlığının tonunu da belirler. Çünkü Gülten Akın’ın kitaptaki daha ilk şiirinde, ‘Beni Sorarsan’da söylediği üzere ‘dünya evlere çekildi, içlere’ gerçekliği, işleyen bir kapanma sürecinin herkesi kapsadığını, kimsenin bunun dışında kalmadığını, dolayısıyla yaşamın aydınlığından yaşamın karanlığına bir geçiş yapıldığını söylemektedir.
Kitabın ikinci şiiri ‘Çizecek Gibisin’ de, vazgeçme halinin karmaşık yapısının ele alınması, işlenmesi de bu anlamda oldukça önemli görünmekte. Bu şiirin ilk bölümünün ve ikinci bölümünün bitiş dizeleri, şiiri bütünüyle kuşatmasına karşın Gülten Akın ‘ait kılmak’ istercesine şiirini ‘ben’le başlatmış. ‘Yanıldım mı, yetişir mi sandım / Bir çekirdekten bir asma ‘ ve ‘Bir masal, bitimsiz bir gökyüzü çizecek gibisin / herkes için olsa’nın kuvvetli uyumu, şiirin ilk bölümündeki ‘Sen de görünür olandan / Görünmezin umudunu aldım’la, her insana ve bir insana söylenebilecek olmanın sonsuzluğunu sunmuş okura.
Kitap ilerlediğinde karşımıza çıkan ‘Kara Gözlükler’ şiirinde, Akın gözünü ölümün giderek garipleşen toplumsallığına dönüyor. Bu öyle bir toplumsallık ki yalnızca insanın değil, insanla anılabilecek her şeyin ölümünü kapsıyor. Şeylerin insanla birlikte toplumsal hayatın bir parçası olduğu gerçeğine de değinilmiş oluyor böylece. ‘Kara Gözlükler’in okura ne çağrıştırdığı çok açık; o çağrışan şeyin ölümle olan ilişkisine duyduğu sadakat bu şiirle birlikte, sarsıcı bir söyleme dönüşüyor: ‘Gömüyor gömüyor gömüyorlar / Gittikçe hızlanarak / Ağaçları, damları, hayvanları / Her şey yıkılıp dökülüyor / Bir tutam çim, çiçek her şey / Yasçılara para verilmiyor / Artık herkes yasçı / Bir yastan çıkıp ötekine giriyorlar / Tören sahipleri’.
‘Öteki Sorular’ şiirine geldiğimizde Akın’ın soran, anlamak isteyen; doğrunun ardına düşen sesi karşılıyor yine okuru. Herkesin kendi payına düşen karanlıkta görüp anlamlandırdığı şeyleri, Gülten Akın bir soruşturmaya dönüştürüyor: ‘Kötü padişah mı olmak istersin / Sakalı beş karış cüce mi? / Dünyanın köpeğe biçtiği anlam / İnsanın köpeğe biçtiği anlam / Alçakça mı, haksızlıklar mı taşır / Peki nedir, senin biçtiğin?’. Bu sorular geliyor çünkü, insanın tanımlama, alılmama kaybı artık oldukça üst düzeyde hayat içinde. Sanki yalnızca belirli anlarda ihtiyaç duyulan bir anlamı var şeylerin, o anın dışında her şey her şeye benziyor. Böylelikle ortaya çıkan bir aynılaşma, hiçliği getiriyor beraberinde. Bu hiçlik algısı şirin sonunda şair tarafından, modern dünyanın hiçlik algısını kuran ‘unutmak’ ile örtüştürülüp, tekrar ağır bir soruya dönüştürülüyor: ‘ölümün adını neyle değiştirdin / unutkanlık mı?’.
Bu şiirlerin yazıldığı hayatın, dünyanın insanın soluksuz yaşaması için doğru yer olmadığı açık. Sıradan şeylerin dahi durmadan değişen biçimleri insan tarafından algılanmalarına rağmen bir farkındalığa dönüşemiyorlar. Hal böyle olunca, bunun gerçekliğin dışında kalan, olanı biteni algılayan bir öznenin, bu yapının dışına çıkma isteğinden daha doğal bir şey olmuyor. Gülten Akın’ın ‘Veda’ şiiri de tam da bu noktaya tekabül ediyor: ‘Ben yoruldum gidiyorum / Kendi endişeni kendin seç.’.
Aslında kutsiyetin inşasını da ifşasını da yıkan şey bu; ölümün ve unutmanın birbirlerinin yerini almış olmaları, çoğu şeyin var olan anlamında bir yıpranmaya dönüşüyor. Başka bir şeyi görür, anlarken, başka bir şeyin hesaplaşması başlıyor ve sürüyor böylece. Örneğin Gülten Akın’ın ‘O Kadınlar’ şiiri bu meseleyi, 19 Aralık operasyonunda yakılan devrimci kadınlar üzerinden okurken, beyaz cam diyerek kastettiği televizyondaki kutsallık kodlarıyla, yakılmış kadınların birbirine karışmasını ele alıyor: ‘bir bir dökülüyor / evvelden birikmiş / minareler, kubbeler, çan kuleleri’, // ‘Hayat dönüş / çiğ gökyüzü / cezaevlerinde / diri diri yakılan kadınlar’.
Yazın başında değindiğimiz birikmek ve dinmek ilişkisi, ‘Dindim’ isimli şiirle Gülten Akın tarafından ete kemiğe bürünmüş bir hal içinde çıkıyor karşımıza. ‘ dinmek ne yok olmak / ne de susmak kaygılı / yeni yolculuklar için azık toplamak’ diyor Akın şiirinde. Yargıyı bizim söylemek istediğimiz noktadan ise tam olarak şöyle belirliyor: ‘ ekşimezse insan biriktirdiğiyle / şaraba dönüşür de / gün gelir hazır.’.
Sonuç olarak; Gülten Akın şiiri üzerine yazılmayan kalmadı neredeyse. Dolayısıyla kitabın içinden okura ilk anda ulaşması gerektiğini düşündüğümüz şiirler üzerinden bir okuma yapılmaya çalışıldı. Gülten Akın okumamak gibi bir ihtimal, zaten mümkün değil.
0 yorum:
Yorum Gönder