Alice'i Severiz Kendinden Ötürü (Zeynep SÖNMEZ)

Alice Munro Nobel edebiyat ödülünü aldıktan sonra, bu durumu öykünün zaferi olarak yorumlayanlar oldu. Nobel’in, giderek siyasallaşan yüzüne rağmen, bir yazara ve onun eserlerine dünya çapında ün kazandıran ya da onları dünya edebiyatına mal etmeyi olanaklı kılan bir ödül olmasını göz önüne alarak mı kullandılar “zafer” kelimesini? Yoksa bu övgü, öykü türünün romanı “sol”layıp geçen ve kendi yerini sağlamlaştıran bir tür olduğunun kanıtlanmasından mı kaynaklanıyordu? Peki öykü itibarsızlaştırılabilmişlerdendi de bundan bizim neden haberimiz yoktu? Bir ihtimal daha var: Yazarın eserlerini önlerine koyup onlara hak ettikleri değeri vermek niyetini taşımış olabilirler miydi gerçekten?

Çeşitli yıpranma-kendini yıpratma süreçlerinden geçmiş olsa bile bir ödül olarak Nobel, bilim dallarından çok, özellikle edebiyat gibi bir sanat dalına, yani toplumla ve kültürle ilgili bir alana gelip dayanınca kurtarılmış bölgeleri olmadığını görüyor. İlk baktığımız yerde ödülün siyasallaşması gibi bir açmazla karşı karşıyaysak, değerlendirmeye tabi tutmak için elimizde böylesi çürük bir ölçüt varsa başkalarını aramaya girişiriz ve sorarız: Acaba “kanona” dâhil edilme ayrıcalığı kendisine bahşedilmiş bir tür olarak öykü müdür değeri bilinen, hakkı teslim edilen?

Tarihsel olarak öykünün bu soruya verdiği cevap ortadadır: Öykü, halka yakın, doğduğu günden bugüne kadar üstlendiği işlev sınıflar arasındaki farktan ortaya çıkan açmazları görüp göstermek olan tür olarak, bir zafer, kazanım-kazanç odaklı bir başarı elde etmemiştir. Tür olarak buna ihtiyacı yoktur çünkü diğer edebiyat türleri gibi kendi varlığını dayatmış; ontolojik yapısını romanın kent-soyluluğunun, çözüm üretme telaşının, önerme sunma hevesinin dışında kurgulamıştır.

O kendini hiçbir zaman romanın bir alt türü olarak görmemiştir. Romandan sonra varılacak yer de değildir; romanın aksine eşitleyicidir ve toplumsal sorunları bulup çıkarmak, modern insanın kirli çamaşırlarını ortaya dökmek niyetiyle yazılır.

Munro’nun söyleşilerinde rastladığımız, “Yıllarca hikâyenin yazacağım romana bir alıştırma olduğunu düşündüm. Sonunda tek yazabildiğimin hikâye olduğunu anladım ve bununla yüzleştim.” gibi bir söylem, bizi de ister istemez romanla öykü karşılaştırması yapma ya da yazarı, öyküyü romanın geçilmez kapılarından sokan yazar olarak algılama noktasına getiriyor. Munro roman yazmak üzere yola çıkıp, gündelik hayatın buna izin vermemesi nedeniyle öyküde karar kıldığını belirtmiş çoğu kez. Romana göz kırpmak, yazdıklarını öyküyle roman arasında bir yerde diye tanımlamak öykü yazarını ürün verdiği türe karşı ne kadar samimi kılıyor bilinmez ama bu tutumunun, Munro’nun bir kadın yazar olarak yaşayışının yazdıklarıyla yarattığı dünyaya eş gittiğini göstermesi bakımından son derece tutarlı olduğunu söylemek mümkün.

Çünkü Munro çoğunlukla kadınları ve kadın olmaktan doğan sorunları, özellikle anne-kız ilişkilerini, taşrada kadın olmanın sıkıntısını yazıyor. Üstelik söylemek istediklerini diyalojinin estetiğiyle karakterlerinin kimliklerinde dile getirirken her zaman Çehov’vâri o tavrı takınıyor: yazarın bir bilim insanının tarafsızlığını taşıması. Burada Flaubert’in o ünlü sözünü hatırlamak kaçınılmaz: “Yazar bir Tanrı gibidir; her yerde vardır ama hiçbir yerde görünmez.” Munro’nun büyük öykücülüğü, öykü sanatının açık etmeden anlatmak, göstermeden sezdirmek, bir örtü olduğunu ve onun altına bakmak gerektiğini duyumsatmak gibi özelliklerini bütün öykülerinde ustaca kullanmış olmasından geliyor. Erdal Öz, bir öykü bir başkasına anlatılamazsa büyük öyküdür derdi; işte Munro’nun öykülerinde okurun karşılaşacağı son bu. Munro öylesine titizlikle çalışılmış, öykünün teknik unsurlarına öyle iyi yer verilmiş ve incelikle dokunmuş öyküler sunuyor ki, sonda okur sanki hiçbir şey okumamış kadar hafif ya da bir filmden çıkmışçasına atmosferle sarmalanmış buluyor kendini.

Diğer yandan, yaşamın akışında çekip çıkarmanın aklımıza gelmeyeceği ayrıntıları öyle yakalıyor, başarılı bir biçimde kurguluyor ve metne öyle iyi yediriyor ki yazdıklarına öykü değil roman demek, ayrıntıların anlatıldığı tür olan öyküye haksızlık olur diye düşünüyor okur.

Bir başka açıdan, Munro öykülerinin sıra dışı olayları konu edinirken, aslında yaşamın içinde kendi olağan akışındaki olayları son derece sıradanmış gibi anlattıkları söylenebilir. Asıl ustalığın hiçbir şey söylemiyormuş gibi söylemek ya da önemsiz şeylerden bahsediyormuş gibi yaparak yaralara dokunmak olduğunu, Munro’yu hafife alanlar için bir kez daha belirtmeye gerek var mı, olmalı mı?

Hayat bazen kendini öyle dayatır ki ekmek kazanmak, ev işleriyle uğraşmak, çocuk büyütmek gibi gaileler, roman yerine öykü yazmanıza sebep olabilir ya da Çehov söz konusu olduğunda anlatılan o anekdotta olduğu gibi, gazetede size ayrılan köşeye sığabilmesi için lafı uzatmaz, kısa kesersiniz. Dünyanın en büyük kısa öykü yazarı olmanız için gereken şartlar oluşmuştur. Kısalığın yeteneğin öbür adı olduğunu düşünüyorsanız âlâ ama kadınsanız, kendinize ait bir odada yazma savaşına hazırlanıyorken sokakta bir başka savaşın, 2.Dünya Savaşı’nın hükmü sürüyorsa, roman yazmaya elverişli ortam yerine sorunlarla boğuşan bir toplum varsa dışarıda, evinize gelecek olan öyküdür elbet. Sorunlar bulunmak ve ortaya konulmak üzere kapıda beklemektedir. Bu işi de ancak öykü yapabilir. Hayat gibi o da kendisini yazabilecek olan yazara dayatır. Yazarın eserleriyle onu nasıl karşılamış olduğuna bakarız biz de; kapıyı ardına kadar açıp yeterince iyi misafir etmiş mi, yoksa kovmuş mu diye.

Şöyle demiş Munro: “Bir hikâye izlenecek bir yol değildir. Daha çok bir evdir. İçine girer, dolaşır, hoşunuza giden yerde kalırsınız, koridorların odalarla ilişkisini keşfedersiniz, pencerelerden dış dünyanın nasıl göründüğünü gözlemlersiniz. Siz bir ziyaretçi, bir okuyucu olarak burayı sade ya da fazlasıyla karmaşık bulabilirsiniz. Tekrar tekrar gidip gelebilirsiniz ve bu evdeki hikâye, her geldiğinizde son geldiğinizden daha fazla şey içerir.”

Öyküyü eve benzeten, öykülerinde de sokağı şehri ülkeyi “ev” (home) olarak gören ve gösteren, evleri ve o hanelerin halkını anlatan bir büyük öykü yazarıyla karşı karşıyayız. Nobel’i “duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyelerinden dolayı” aldığı duyurulan bu usta, öz ama zor söylemenin çileli yollarından, sabır ve inatla çalışmanın disiplininden, kadın olmanın çetrefilli sıkıntılarından, yaşadığı dönemden kendisinde biriken tortulardan geçip öykülerle buluşuyor bizimle.

Bizi az bilinen bir yazarla daha tanıştırarak kendisini dikkate almamıza sebep olan niteliğini öne çıkarmış oldu Nobel. Nobel’le olmasaydı da Alice’i eninde sonunda sevecektik. Asıl bakılması gereken yerin eserin kendisi olduğunun bilgisi, Munro’yu yazan bir insan olarak, yazdıklarına değer biçen Nobel’i bir kurum olarak ya da edebiyatı ana akım tür tartışmalarının izlendiği bir sahne olarak görmemizi öteleyecek; sanatçının eserlerine edebiyat tarihinin ve estetiğin birikimleriyle odaklanılması gerektiğini önceleyecekti.

0 yorum:

Yorum Gönder