Herkesin travmatik bir biçimde dünya ile tanıştığı bir nokta vardır. Ama her zaman yola devam etmekten söz edilir. Olabildiğince güçlü kalarak yola devam etmek, bütün soruların cevap anahtarıdır adeta. Sabah yatağımızda gözlerimizi açar açmaz omuzlarımızda ağırlığını hissettiğimiz hayat devam etmektedir zira. Ve güne başlamak için elbiselerimizi bize giydiren güç ise çoğunlukla unutkanlıktır. Böylece hayat yeniden kurgulanır, yeniden tanımlanır, yeniden cümleler kurulur... Ama bazı şeyler açılmayıp da bastırılmışsa, tanıştığımızı zannettiğimiz dünya yeniden ve yeniden tanışır bizimle. Çünkü ardımızda açık bıraktığımız kapıları kapatmadan, önümüzdeki kapıları kapatmayız...
1980 doğumlu, bol ödüllü, Fransız genç yazar Ingrid Thobois’in “Solliciano” adlı romanından bahsediyorum. Çok kolay okunarak etkisi kanınıza hemen nüfuz etse de kolay hazmedilemeyen bir anlatı bu. O yüzden, sert ve rahatsız bir sandalyenin üzerinde, bütün dikkatinizi metne yoğunlaştırarak okumanız gerekiyor. Zaten roman daha ilk sayfalarından itibaren sizden bunu talep ediyor. Bu denli olgusal olduğu kadar son sayfasına değin merak duygusu da hiç körelmiyor. Üstelik romanın son derece parçalı bir bütünlüğü olmasına rağmen... Kanımca bir romanın edebi açıdan doyurucu olabilmesi için, eserin baştan sona bütünlüğü kadar aynı şekilde baştan sona merak duygusunun da diri tutulması gerekir. Yazar yarattığı gerilim sayesinde bir bakıma okuru teslim almalıdır. Bahsettiğim gerilim, harcıâlem bir biçimde okurun “daha sonra ne olacak” türünden soruları düşünmesi değil, onun zihninde düşünsel kıvılcımlar yaratmasıdır. Zaten dünya edebiyatının en çok iz bırakmış romanlarında da gerilimin temel nedeni olayların akışı değil, meselenin içeriğinden, yani temasından kaynaklanır. Anlamın defalarca süzgeçten geçirilerek hayat hakkında sarsıcı cümlelere dönüştüğü Sollicciano romanı da aynen bu tipte bir roman.
Roman, ismini de aldığı Sollicciano Hapishanesi’ndeki bir görüş saati sahnesiyle başlıyor. Görüşmeci kadın Norma-Jean, cinayet suçlusu olarak içeri girmiş Marco’nun soğuk ve incitici tavrından hem acı hem de zevk duyarak, tutuklu olduğu kadar tutkulu olan bu genç adamın bir dergide yayınlanmış yazısından bahsetmektedir. Amacı, saplantılı bir şekilde âşık olduğu, eski öğrencisi de olan Marco’nun hayata tutunmasını sağlamaktır. Çünkü insanın insanlığının parçalandığı, kimliğin yerine bir sicil numarasının verildiği, zamanın kaybedilerek insanın takvim öncesi insana dönüştüğü, kısacası insanın bütün anlamlarından soyundurulduğu bu cehennemde Marco’nun yazarak direnmesin istemektedir Norma. Marco ise bunu önce reddetmiştir. Bilgiç bir tutuklu olmak ve Norma ona yardım ettiği için bir azizeye dönüşmesi olacak şey değil diye düşünür. Zaten her Perşembe, yarım saatlik ziyaret süresince gelip, Norma’nın kendisine gerçeği boş vermiş birinin kararlılığıyla tatlı tatlı bakmasına öfke duyar. Kendisine ihanet eden nişanlısını öldüren Marco’ya göre aşk, kadınlar arasında oynanan bir oyundan başka bir şey değildir. Ama bütünüyle yok olmamak için Norma’nın uzattığı eli tutar. Çünkü “yazmak: dağılmaya karşı bir siperdir.”
İlginç olan şudur ki, Marco cinayet işleyip de hapishaneye girene kadar Norma’nın âşık olmak bir yana, fazlasıyla dikkatini bile çekmemiştir. Bu muammayı anlamak içinse romanı farklı bir gözle okuyup ruhsal bir çözümlemeye tabi tutmak gerekir. Çünkü yazar metnin bam telini açık açık anlatmıyor, özellikle gölgede bırakıyor ve bunu bir bulmaca çözer gibi bizim bulmamızı istiyor. O halde bakışlarımızı Norma – Jean karakterine biraz daha derinden yöneltmeliyiz. Normandiya çıkarmasından bir süre sonra, ABD’li bir paraşütçü ve Fransız bir anneden doğmuş. Babasız büyümüş. Lisedeyken tanıştığı, yaşça kendisinden büyük denizci sevgilisiyle unutamadığı bir aşk yaşamış. O yaşta, denizci sevgilisi ve arkadaşları tarafından cinsel saldırıya maruz bırakılmış, hamile kalmış ve çocuk düşürmüş. Bu yüzden uzun süre psikolojik tedavi görmüş. Sonra ayağa kalkıp yola devam etmiş. Felsefe eğitimi almış ve ardından da Paris’te bir üniversitede felsefe dersleri vermeye başlamış. Bu arada psikanalisti Jean’le evlenmiş.
Hayat domino taşları gibi birbirinin üzerine yıkılmaktadır. Görünüşte çok ideal bir evliliktir bu; birbirlerine karşı anlayışlı, saygılı, şefkatli ama sınırları kalınca çizilmiş bir beraberlik. Bazen kendi yataklarının, kendi masalarının, kendi sessizliklerinin sınırlarını geçseler de yalnızlıkların sınırı kesinlikle geçilmemektedir. Adeta aynı kavanozdaki zeytinyağı ve su gibi birbirlerinden ayrı durmaktadırlar. Yatakta bile tekleşmek yerine, kelimenin tam anlamıyla çiftleşmektedirler.
Jean ise bir psikiyatr olmasına karşın kendi sorunlarını bile çözememiş bir karakterdir. Burjuva aile kurumunun ikiyüzlülüğü içinde daha sorunsuz bir çocukluk geçirmiş; iyi bir eğitim almış ve ailesinin çizdiği engebesiz yolda, yani bildiği tek yolda yürümeye devam etmiştir. Mesleki anlamda başarılı olsa da tipik bir hayat acemisidir. O da herkes gibi insan ilişkilerinde sorunludur. Üstelik böylesi sorunlar yaşayan hastalarına tılsımlı sözler söylemektedir. Bu yüzden ağzını çok seyrek açar. Ama kendisi de bilmektedir ki bu sözlerin, hatta terapilerin hiçbir faydası yoktur. Kendisinin de hastalarından hiç farkı yoktur. Norma ile evlenerek hayata tutunacak bir dal aramıştır. Aslında Norma’yı sevmemiş ona bağlanmıştır. Her ne kadar ona çok iyi davransa da içinde olup biten hiçbir şeyden haberdar değildir. Mesela Norma’nın Marco’ya âşık olmasını, duygusal bir kriz geçirip kaza geçirdikten sonra, sırf her hafta Marco’yu ziyaret edebilmek için evlerini ve hayatlarını hapishane yakınlarındaki Empoli’ye taşıma konusunda kendisini ikna etmesinin bile farkında değildir? Marco nasıl içeri hapsedilmişse, Jean de dışarı hapsedilmiştir. Karakterlerin zihnine girdikçe anlıyoruz ki, hayat herkes için katı sınırları olan, bilinçaltımızın derinliklerinde pek çok kilitli hücresi olan bir hapishanedir. İster sınırları dört metre karelik bir hücre olsun, ister sınırları dünya kadar geniş olsun, herkes bir hücrede yaşamak zorundadır. İşte insan da o hücredeki bir mahpus kadar yalnızdır ve en büyük yalnızlığı da bu yalnızlığı kimseye anlatamayışıdır. Kendisiyle barışma ezberiyle bu duvarları görmezden gelenlerse acınası bir unutkanlık içindedirler sadece.
Bu nedenle üç hayatın birbirine sarmaşık gibi dolaştığı Sollicciano bir hapishane olduğu kadar hayatın da ta kendisidir. Hapishane, romanın temel metaforudur. Marco’nun gün geçtikçe biraz daha derinlerine indiği bir kuyudur bu. Onunla birlikte romanın da zaman algısı yok olur. Bu yüzden Godard’ın sıçramalı kurgusu gibi ilerler olaylar. Marco ne zaman katil oldu, Norma ne zaman evi terk edip kaza geçirdi, Jean arkadaşının düğününe ne zaman gitmedi. Marco sürekli bahsettiği Büyük Plan’ını ne zaman hayata geçirdi, bu bir intihar mıydı? Kaçış mıydı? Belalı bir yapboz gibi, okurun tüm bu parçaları zihninde birleştirmesi gerekiyor.
Her şeyin sonunda, Norma’nın Marco’ya neden âşık olduğunu anlıyoruz. Anlatının ve hayatın bilinçaltına dönüşen hapishane imgesi gibi, Marco da Norma’nın bilinçaltındaki gölgeye denk düşüyor. Jungcu bir açıdan bakılırsa Marco onun animus yanını temsil ediyor. Bunda çocuk yaşlarında denizci sevgilisinin cinsel istismarının da payı var. Çünkü içinde gizli bir yan hâlâ ona âşıktır. Marco ise denizci sevgilisinin bir yansımasıdır, üstelik kocası Jean gibi zayıf biri değildir o, tam tersine sevebilecek kadar güçlüdür? Marco ise birini öldürmenin ne kadar kolay olduğunu ama asıl meselenin ondan sonra yaşamaya devam etmek olduğunu kavramıştır. Yaşamla ölüm arasında gidip gelirken Norma’nın sevgisini kabul edememiş gibidir. Çünkü kendisi bile kendisini sevemezken olacak şey değildir onun gözünde bu.
Solliccino ne bir aşk, ne bir psikolojik, ne bir gerilim, ne de bir polisiye roman. Ama hepsini birden içeriyor. Yolları kesişen, sahiden yaralı üç yalnız insanın önce kendilerine, sonra da birbirlerine verdikleri acının hikâyesi diyebiliriz. Kim katil, kim kurban, kim kurtarıcı belli değil. Sonuçta gece yolu ele geçirdiğinde, yanınızdaki yoldaşınız bile olsa, tek sorun karanlık olmayacaktır.
SOLLİCCİANO
Ingrid Thobois
Çeviri: Aykut Derman
YKY, 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder