Bazı kitapların şehirleri olduğuna, o kitabın içine en çok kendi şehrinde girilebileceğine inanırım. İçeri Girmez Miydiniz’le birlikte bir de İzmir bileti alıyorum. Ama okumak aceleye gelmediğinden otobüsü tercih ediyorum. Zaten varmaktan daha önemlisi yolda olmak değil midir? Yol zenginleştirir bizi, büyütür, öğretir. Gece otobüse biner binmez ışığımı açıp Saide’nin yalnızlığını okuyorum. Birkaç sayfa daha çevirip Usulca ve Yalnız’ı bitiyorum. Kitabı göğsüme bastırıyorum, ışığı kapatıyorum, camdan dışarı bakıyorum. Neslihan Önderoğlu’nun babasını düşündüğü gibi bir baba olarak ben de kızımı düşünüyorum. Akan yola dalıyorum, kayboluyorum.
Ancak feribotla Marmara’dan geçerken esen rüzgârla biraz kendime geliyorum. Denizin ortasında, Halıdaki Rus Lekesi ve Refakatçi’nin orta yaşlı kadınlarını okurken, yanımda cıvıldaşan gençlere bağıran ben yaşlara bir adamın sesine kafamı çeviriyorum. Gözleri öfke dolu, elleri yumruk. Araya giriyorum, adama çay ısmarlıyorum, çocukları susturuyorum. İki yudumda çayı bitiren adamın öfkesinin aslında gençlere değil, geçip giden bir daha da gelmeyecek olan gençliğine olduğunu anlıyorum.
Feribottan indikten sonra rastgele bir sayfa açıp okumaya başlıyorum. Kaptanın tepelerdekiler dâhil tüm ışıkları kapatması üzerine cep telefonumun ışığında, sıkıntıyla bitiriyorum Bozkır Sıkıntısı’nı. Dışarıda verimli meyve bahçelerinin, zeytinliklerin yanından geçerken içimde bir bozkır sıkıntısı büyütüyorum. “Burada mekân geniş, zaman dardır, demişti. Bazen bir iç sıkıntısından kaçmanın en iyi yolunun başka bir sıkıntıya sığınmak olduğunu anlamıştı. Aramızda tuhaf bir yakınlık, sözsüz bir anlaşma hali, bir tür kader birliği vardı sanki. Geldiğimden beri bir kez oturup uzun boylu konuşmamış, birbirimizin içini görmeye çalışmamıştık. Yıllar sonra uzak bir ilk gençlik arkadaşının yanına beni atan rüzgârı ne o anlamaya çalışmış, ne de ben anlatmaya can atmıştım.” Satırlarının altını kalemle çiziyorum, ölgün ışıkta defalarca okuyorum. Bu yolculuğun sadece sıkıntılarımdan kaçmak için olduğunu düşünüyorum. Sonra öyküde altını çizdiğim bir başka yere tekrar göz atıyorum. “Lojmana kadar hiç konuşmadan yürüdük. Bedenimiz ağırlaşmış, omuzlarımız çökmüş, içimizden geçen bütün soruları susturarak, konuşmanın utanç duvarından kendimize bir geçit açarak yürüdük. Tek bir sözcük bile bizi akıl almaz bir yolculuğa çıkaracak, varlığımızı geri dönülmez biçimde değiştirecekti. Oysa her şey olduğu gibi kalmalıydı; ben, Necdet, mavi kadın, mavi ölü gözlü Hasan, bacağı sargılı köpek, köy kahvesinin camındaki toz, ağustos böcekleri, olduğu gibi. Dünya, olduğu gibi.” Camdaki toza bakıyorum, yerinde olduğunu görüyorum, rahatlıyorum. Gözlerimi kapatıyorum.
Susurluk’taki mola yerinde uyanıyorum. Ayılmamış ağzımdan Heb-lu-leb sözleri çıkıyor. Tost ve ayran eşliğinde babalar ve oğullar arasındaki bitmeyen çatışmayı anlatan öyküyü okuyorum. Mola yerinin çok satan kitaplardan oluşan sergisine göz gezdirirken anonsu duyuyorum. Otobüste bu kez televizyonu açıyorum. Akşamki maçın özetini seyrediyorum. İki sıfır yenmişiz, keyifle kitaptaki aynı adlı öyküyü okumaya girişiyorum. Önce gözüm sonra aklım ekrandan kopuyor, kadın erkek ilişkisi üzerine yazılmış en güzel öykülerden biri bu. O kadar gerçek, doğrudan, süssüz ki, basitliğinden gelen ustalık karşısında saygıyla eğilesim geliyor. Yanımdaki yaşlı adamın bana baktığını görünce başımı hafifçe yana yatırmakla yetiniyorum.
Manisa’ya yaklaşırken aydınlanmaya başlamış olan gökyüzüyle karşılaşıyorum. Yanımdaki koltuktaki adam inmiş ama koltuğun cebinde bir defter unutmuş. Muavine fark ettirmeden karıştırmaya başlıyorum. Bir günlük bu. Trampa öyküsündeki ölmek üzere olan yaşlı adamın köpeğini güven telkin eden lokantacı kadına bırakması gibi adamın da günlüğünü bana bilerek bıraktığını düşünerek çantamın içine atıyorum. Hem kitabı bitirmek istiyorum hem de İzmir’e bir şey kalmayacak diye endişeleniyorum. En sonunda dayanamayıp Tersyüz ve Bir Prenses Masalı’nı da okuyuveriyorum. Biri ölüm diğeri aldatma neticesinde son bulan evliliklerin ardından yaşananları anlatıyor. İkisinde de yazar düşünülmemiş olanı düşünüyor. ‘Hayata tersten bakarak gideni geri getirmek mümkün mü? Bize ait olan insana sarılmamız, dokunmamız, vücudumuzdan parçaları bırakmamız yaşam alanlarımızı işaretlemek için mi?’ sorularıyla otobüsten iniyorum.
Kemeraltı’ndan gevrek aldığım gibi soluğu Kordon’da alıyorum. Seyyardan aldığım demli çay eşliğinde kalan son öyküyü denize bakarak okuyorum, İçeri Girmez Miydiniz?
Kitabı kapatıyorum. Son cümleyi aklımdan geçiyorum. “Dışarı çıkıyorum. Uzun, dar sokaklardan sahile, Alsancak’a doğru yürümeye başlıyorum. Yarım bir ay gökyüzünde parlıyor. Denizin ortasında hâlâ limana yanaşmayı bekleyen bir gemi var.” Denize bakıyorum, kış ortasında içimi ısıtan havayı kucaklıyorum, gevreğimi keyifle ısırırken iyi ki bu kitabın peşine takılıp İzmir’e gelmişim, diyorum.
İçeri Girmez Miydiniz, gitmekle kalmak, mutlulukla hüzün, kavuşmakla ayrılmak, kadınla erkek arasında salınan, kapı eşiklerini anlatan bir kitap. Arada kalma sıkıntılarını, acıları yüceltmeden, ince bir alayla hınzır bir zekâyla anlatıyor. Kapıyı açıp, içeri girmez miydiniz, diyerek kenara çekilen sakin, olgun, derinlikli bu öykü kitabını, bir başkasına farklı kapılar açsın diye, bankın üzerine bırakıp Kordon boyunca yürümeye başlıyorum.
Neslihan Önderoğlu, İçeri Girmez Miydiniz?, Alakarga Yayıncılık, Öykü, 117 Sayfa, Aralık 2012
0 yorum:
Yorum Gönder