“Tarihe gönderme yapmak, daima, tamamlanmamış ve asla tam olarak deşifre edilmemiş olandan söz etmektir.” (Iain Chambers)
Bir düşünün, sıradan bir gün anahtarınızı alıp evden çıkıyorsunuz, belki pijamanızla belki ayağınızda bir terlikle. Kapıyı kapatmadan önce evdekilere dönüp “bakkala gidiyorum bir şey isteyen var mı?” diye soruyorsunuz. Belki akşam yemeğinizin tek eksiği olan bir ekmeği belki tuzu, şekeri ya da canınızın istediği herhangi bir şeyi alıp geleceksiniz. Alacağınızı alıp eve doğru yavaş yavaş yürümeye başlıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz eviniz cayır cayır yanıyor! Ailenizin bağırışlarını çığlıklarını duyuyorsunuz. Polisler ailenizi yaşadığınız yerden koparıp atmak için uğraşıyor. Yangını, çığlıkları, onları durdurmak istiyorsunuz ama hiçbir şey yapamıyorsunuz. Elinizdeki anahtarla öylece kalıyorsunuz.
Böyle kareler ne yalnızca Amerikan filmlerinde intikam almaya yeminli esas oğlanın geçmişinde ne de yüz yıllar öncesinde yaşanmış -artık tekrarlanması imkansız olan- kanlı bir savaşın ardında saklı. Çok değil, yaklaşık on-on beş yıl önce Doğu ve Güneydoğu’da uygulanan zorunlu göçle yerinden yurdundan edilen milyonlarca Kürt’ün yasadıkları hikayelerden yalnızca biri. Yanı başımızda binlerce köyün yıkıldığı, sırf Kürt kimlikliklerine sahip olmaları nedeniyle yaşanan acılar, kayıplar, hak ihlalleri, baskılar... Gerek rakamlarla gerek köye dönüş projeleriyle ört bas edilmeye çalışılırken gerçekleri, yaşananları ve şimdi nelerin değişip değişmediğini tüm şeffaflığıyla nasıl öğrenebileceğiz?
Handan Çağlayan, Şemsa Özar ve Ayşe T. Doğan’ın ortak çalışması olan Ne Değişti? Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi, Kürtlerin göç öncesi hayatlarından günümüze kadar yaşadıklarına birinci ağızdan tanıklık etmemizi sağlıyor. Bu çalışmayı diğerlerinden ayıran özellik ise göç hikayelerini kadın ve kız çocuklarının penceresinden ve dilinden aktarması. Kitapta kadınlar ve kız çocuklarının aile ilişkilerini, mahalle yaşamlarını, okullarda ve iş yerlerinde karşılaştıkları muameleyi, cezaevleri ve polis baskınlarıyla sarsılan yaşamlarını ve siyasi mücadeleye katılımlarını anlatıyor. Anlatılanlar bir metropolde hem kadın hem de bir Kürt olarak yaşamanın “nasıl bir kaosu” ortaya çıkardığını hikâyeler aracılığıyla takip etmemizi sağlıyor.
GERİDE KALAN ‘CENNET’
Çalışmanın alt başlığında da bulunan kitap içerisinde de sık sık kullanılan “zorunlu göç” kavramı, bazı kavramların tersine, yanlış algılama ve konumlandırmalara yol açmadığı düşünülerek seçildiği ifade ediliyor. Örneğin “yerinden olma”, “yerinden edilme” gibi kavramlar insanların kendi evlerinden başka yerlere göç etmelerine neden olan faili gizleme niyeti taşıdığı için, “mağdur” nitelemesi ise zorunlu göç sonrasında yaşanan hak ihlallerinin mağduriyet yaratmasına rağmen kadınların direnme yollarının, direniş gücü ve pratiklerinin göz ardı edilmesi ve kadınların kurbanlaştırılmasına neden olacağı için kullanılmadığı belirtiliyor.Üç ayrı bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde, zorunlu göç ve sonrasındaki ilk dönem üzerinde duruluyor. Göçün bu döneminde ailelere, Kürt olmaları nedeniyle, hiç kimsenin kalacak yer vermediği, ailelerin tüm mal varlığının yakılıp yıkıldığı ya da talan edildildiği gösteriliyor, ardından ailelerin kimi zaman bir bodrumda kimi zaman da bir inşaatta yaşamak zorunda kalmasının yarattığı travma ortaya konuyor. Bütün bu olup bitenler; anne ya da babanın cezaevinde olması, eve sürekli baskın yapılması, kadınların eve kapanması... kadınların tanıklığı/aktarımı ile anlatılıyor. Okudukça bu ve buna benzer sorunların yalnızca birkaç ailenin değil neredeyse bütün ailelerin karşılaştığı sorunlar olduğu görülüyor.
Tüm bunlarla rağmen gelinen yere ve hayata tutunma yolları da bir yandan devam ediyor. “Aile dayanışması”, “annelerin/toparlayıcı rölü” ve “birden fazla aile üyesinin çalışması” bu dönemin temel eğilimlerini karakterize ediyor. Tüm anlatılarda ortak olan şey ise eskinin şimdiye göre her zaman daha iyi olarak anlatılması. Elbette ev, maddi durum, sosyal hayat, iş koşullarının iyilik derecesi anlatılarda farklılık gösterse de, şimdinin eskiye göre “daha iyi” olduğu görülse bile, eski her zaman geride bırakılmış ve her zaman daha iyi olarak hatırlanan bir “cennet” olarak tanımlanmaya başlıyor.
EVE DÖNÜŞÜN İMKÂNSIZLIĞI
“Göç, tek yönlü bir yolculuktur. Geriye dönülecek bir yuva yoktur.” (Stuart Hall)
İkinci bölümde göçün ardından değişim ve sürekliliklerin neler olduğu üzerinde duruluyor. Burada kadınların birinci bölümde görülen “mutlak eve kapanma”sının yerini, yaşadıkları semte açılma, yakın çevreyle ilişki kurma alıyor. Bu “açılmanın” -bütün kadınları kapsamasa da- gerçekleştiği evlerde giderek evliliklerin daha fazla rızaya dayalı bir hal almaya başladığı, hayatın içine başka kaygıların yerleşmeye başladığı görülüyor. Tabii bunlar, göçün ardından “ne değişti?” sorusunun kesin cevapları olarak verilemiyor. Çünkü görüşmelerden elde edilen verilerin göçten mi yoksa göçü önceleyen bir durumdan mı beslendiği kesin olarak belirlenemiyor. Yalnızca zorunlu göçün ardından geçen zamanda en belirgin değişikliklerden birinin eğitim olanaklarının artması ve kadınların evden çıkması olarak belirtiliyor.
Kitabın son bölümünde ise iş yerlerinde, okullarda ayrımcılık ve dışlanmaya ilişkin deneyimler aktarılıyor. Tüm bu yaşananlara rağmen geri dönmek ya da kalmak söz konusu olduğunda görüşmecilerin çoğu mümkün olsa terk edilen yere geri dönmek istediği belirtiliyor. Ancak bu isteğin gerçekleştirilmesi yalnızca %3.1 oranıyla sınırlı kalıyor. Dolayısıyla varılan her yer “bir geçiş noktası” olarak kalırken “hikâyenin noktalanması” ya da “eve dönüş için kestirme yolun bulunması” imkânsız gibi duruyor.
EDİ BESE!
“Gerçek kardeşlik, paylaşılan acıda başlıyor” (Mülksüzler, Ursula Le Guin).
Kitap yalnızca Kürt kimliklerinden dolayı aşağılama, ayrımcılık ve güven(ce)sizlikle, hiçbir zaman bitmeyen korkuyla, huzursuzlukla dolu bir hayata mahkûm edilen milyonlarca insanın nasıl bir mücadele verdiğini görebilmemiz için bize bir imkân veriyor. Tüm bunların yaşandığını bilirken hâlâ “Kürt kardeşim” diye seslenenleri dinlemeye devam edebiliriz ama bir kere olsun düşünebilir miyiz korunma ve korumadan yoksun, elinde anahtarıyla ortada kalan kişinin kardeşimiz olduğunu? Bütün bunlar yanı başımızda “sessiz sedasız” gerçekleştirilirken artık yeni bir düşünce tarzı geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Önceden belirlenmiş ve her zaman “bildiğimiz” ve “düşündüğümüz” gibi olmayan, toplumsal/tarihsel olanı tekrar tekrar ele alıp değerlendirdiğimiz, yeri geldiğinde düzeltebildiğimiz, yanlışları dillendirip her şeyi yerli yerine oturtabildiğimiz ya da oturtmaya çabaladığımız bir düşünce tarzı, neden bir kez de “zorunlu göç” mağdurları için harekete geçirilmesin?
0 yorum:
Yorum Gönder