Orta sınıfın uluslaşma sürecindeki etkisini vurgulayan Kutlay, konuyu Kürtlerin eksik yönü olan Kürt burjuvazisine getiriyor. Nitekim Kürt toplumu üstte feodaller, altta ise feodal beylere bağımlı köylü kitlelerinden oluşuyordu ve orta sınıfın boşluğu hep hissedildi ama sonraki dönemlerde eksiklikleri olmasına rağmen kapitalizmin de “yardımıyla” bu orta sınıf boy göstermeye başladı.
AYDINLARIN DURUMU
Lümpen proletaryanın aydın kesimi anlayamaması, aydınlara hak ettikleri değeri vermemesi ve aydınların üzerindeki baskı, kitapta kimlik oluşumuna etki eden önemli unsurların başında geliyor. Hâl böyle olunca aydınlar, feodal beyler ve dini önderlerle bir araya gelmek zorunda kalıyordu. Ne var ki bu bir araya gelmeler zaman zaman antlaşmalarla sonuçlansa da tam anlamıyla birlik ve beraberlik sağlanamıyordu. Aslına bakılırsa Kürt aydınlarının çoğu da feodal kökenliydi ama Osmanlı dönemindeki başkaldırılarda sürgün edilen bu aydınların aileleri, aradan zaman geçince Kürdistan’daki etkilerini yitirmişlerdi. Örneğin, Bedirhaniler Botan bölgesine hâkim bir aileydi ya da Cemilpaşalar Diyarbakır bölgesine hâkimdiler. Feodalizmin kırılamadığı bölgelerde aydınlara hâlâ hak ettikleri değer verilmiyor ve 20. yüzyıldan kalma komünist, dinsiz gibi “suçlamalarla” aydınlar halk nezdinde gözden düşürülmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.Kürt kimliği üzerindeki baskıları anlatırken, öne çıkan isimleri ve kurdukları örgütleri, basın-yayın organlarını aktaran Kutlay, Abdülhamit döneminden başlayıp İttihat ve Terakki ve onun ardılı olan Jön Türkler’in uyguladığı baskıların ne şekilde Kürt milliyetçiliğine yansıdığını buna karşın Bedirhaniler, Şeyh Sait, Şeyh Ubeydullah, Cemilpaşalar, Haco Ağa gibi isimlerin ve ailelerin mücadele tarzlarını, yayın organlarını, örgütlerini analizlerle aktarmış. Kürtlerin Ermenilerle ilişkilerini, Ermenilerin nasıl ötekileştirildiğini, bu iki kimliğin birbirini nasıl etkilediğini özellikle de Ermenilerin Kürt kimliği üzerindeki etkisi ve Ermeni katliamında Kürtlerin nasıl rol aldıkları de kitapta dikkat çeken diğer bir konudur.
Aileler arasındaki iç çekişmelerin ve sürekli heveslerine yenik düşen feodal beylerin Kürdistan’da verilen mücadeleden sıyrılmaları hatta kimi zaman karşı tarafta mücadeleye devam etmeleri ve bu boşluğun yarattığı etkiyle mücadelelerin sürekli sekteye uğraması liderleri yenilmeye mahkûm ediyordu. Buna en yakın örnek olarak da Şeyh Sait isyanı ve isyan sonucunda Şeyh Sait ile arkadaşlarının idam edilmesini kitapta görüyoruz.
Kutlay’ın dikkat çekmeye çalıştığı diğer husus ise Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ni yaptığı yıllarda ona çok uzak olmayan Şeyh Sait ve Miralay Halit Bey’in ne yaptıklarının ve ne düşündüklerinin pek bilinmemesidir. Nitekim kongreden birkaç yıl sonra bu isimler Cumhuriyet tarihinin en büyük başkaldırısını gerçekleştireceklerdi. Bu ve benzeri tespitlerin kitapta yer alması okuyuculara araştırılacak konuları işaret ediyor. Bir diğer konu ise Atatürk’ün neden “Ne Mutlu Türk Olana” değil de “Ne Mutlu Türküm Diyene” dedi tarzındaki sorudur. Kitapta yazar, Niels Kadritzke’in cevabına yer vermiş ama bu sorunun önem arz eden kısmı, dağlara taşlara yazılan bu cümleyi okuyucunun yorumlaması için açtığı kapıdadır. Kitaptan bir alıntıyla devam edelim:
Yanıt bekleyen sorular var… Mustafa Kemal 1919-1920 yıllarında Kürt feodallere ve dini önderlere, kürtlüklerini yadsımadan çok ustalıkla bazı vaatleri içeren mektuplar gönderdiği günlerde, Kürt milliyetçi önderleri ne yapıyorlardı? Şeyh Sait, Cibranlı Halit Bey, Bedirhaniler ve Seyyit Abdulkadir nerde idiler?(s. 205)
‘KÜRT AMA İYİ’
Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci’nde, Paul Henze, Martin van Bruinessen, Rohat Alakom gibi Kürt tarihine yönelik araştırma ve çalışmalarıyla bilinen isimlerin de değindiği gibi devletin uyguladığı baskı sonucunda insanların bir kısmı baskıdan kurtulmak için ya da daha “mutlu” yaşamak için kimliklerini gizlemek zorunda kalıyordu ve bu, psikolojik problemlere sebep oluyordu. İnsanlar iç dünyalarında kendileriyle hesaplaşırken kişiliklerini sorgulamaya başladılar. Bu konuda Rohat Alakom’un şöyle bir tespiti var:Kürtler açısından 1923-1950 yılları, yani Tek Parti Dönemi çok can ve mal kaybına yol açan bir “deprem” gibidir. Büyük bir “facia”dır. Bu depremin enkaz çalışmaları uzun yıllar almakta ve daha da alacaktır. Son yıllarda basından da izlediğimiz gibi, “Benim de anam-babam Kürt” veya “Ben de Kürdüm” biçiminde bu enkaz altından çıkarılan insanlara rastlamaktayız.(s. 343)
Bu enkazın altından sadece Kürtler çıkmadı. Rohat’ın yukarıdaki tespitine ek söylemleri şöyle sıralayabiliriz; “Benim Kürt arkadaşlarım da var” veya “Kürt komşularım var” tarzında cümleler. Devlet politikasının meyveleri olan bu ve benzeri cümlelerde Kürt kelimesinin geçmesi dahi özgürlük olarak nitelendiriliyordu. Devlet, Kürt kimlik mücadelesi veren kesimin karşısına “Kürt ama iyi” cümlesinin esin kaynağı olan bu insanları (Kürtçe konuşamayan, okuyamayan, yazamayan ve bunu problem etmeyen) koyuyordu. Kitap yer yer tekrara fazlaca düşse de Kürt tarihinin ve Kürtçe tarihin siyasal boyutunun yanı sıra yazınsal (kitap, dergi, gazete vb.) boyutunun da yer alması kitabı önemli bir kaynak kılıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder