Prekarya: Ne Tarihin İçinde Ne de Dışında (Elif HACISALİHOĞLU)

“Prekarya”, son yıllardaki sosyo-ekonomik dönüşümlerin izdüşümünü açıkça adlandırması, birçoğumuzun süreci tarif etmeye çalışırken Guy Standing’in bu süreci de çevreleyen “oluşmakta olan yeni sınıf” adı vermesi sayesinde oldukça popüler hale gelen, sıklıkla dile getirilen bir kavram. Standing’in kitabına da adını veren “prekarya” kavramı, genel olarak sosyal refah devletindeki ve beraberinde sosyal güvenlik sistemi ile işgücü piyasalarındaki dönüşüm ile bu süreçteki kitlelere dikkati çekiyor. Sıklıkla anılsa da, aslında prekarya ile ilgili çalışmaları değerlendirecek derinlikli bir nicel birikimden henüz söz etmek pek de mümkün değil. Yer yer farklı çalışmalarda değinmeler mevcut ise de, özellikle Standing’in çizdiği hat üzerinden yürüyen bir dolanım söz konusu. Ancak, Standing’in bu noktada prekarya ile ilgili çizdiği hat da aslında net değil; oldukça bulanık. Üstelik kavram, tarihselliğinden koparılarak değerlendiriliyor. Oysa aşağıda detaylandırılacağı üzere kavram tarihselliğinden koparıldığında, açıklayıcılığını yitiriyor. Belki de Standing’in kavramı inşasına ilişkin en önemli eleştirilerden birisi de tarihselliğin yok sayılması.

Öyleyse kavram neden bu kadar popüler? Bu popülerlik, prekaryanın ne söylediği, kimlere hitap ettiği ile ilgili kuşkusuz. İşçi sınıfına dâhil olmayı, daha çok “fabrika işçiliği” ile sınırlı gören yerleşmiş bir anlayış mevcut. Bu anlayış, işçileşmeyi de daha çok fabrika düzeyindeki çalışma koşullarına indirgiyor. Net bir gerçeklik olarak kamu kesiminde, süreklilik zemini ile önünü görmeyi sağlayan istihdam koşulları da giderek daralıyor. Prekarya, tam da bunların dışında kalan, özel sektörde farklı istihdam biçimleriyle çalışan, kadrolu (belirsiz süreli iş sözleşmeli) olsa dahi, her an işsizlik korkusu yaşayan kesimi işaret ediyor. Birçoğu, aileleri memur olarak çalışmış yahut özel sektörde çalışsa dahi 40’ından sonra ne olacağına dair gergin sorularla karşı karşıya kalmamış bireylerden oluşuyor. Bu koşullar ortadan kalkarken, neye tutunacağını bilemeyen ve önceki kuşaklardan da bunu devralamayanları işaret ediyor prekarya. Ancak, kavram içine dâhil olanlar “belirsizlik” ve “önünü görememe” gibi noktalardan hareketle tanımlanırken, kendisi de bizatihi bu muğlâklığa itiliyor. Sonuçta net bir tanım ortaya konulamıyor.

Tarih dışı bir sınıf anlayışı mümkün mü?

Yeni bir kavramsallaştırma, gerçekliğin kavranışı ile başlar. Mevcut bilgileri örgütler ve gerçekliği açıklamada kullanır. Bir fotoğrafçı makinesini doğrulturken, fotoğraf karesi içerisine hapsedeceği alanın odağında seçimler yapabilir. Netleyeceği noktalarda tercihe gidebilir. Oysa Standing’in “prekarya” kavramsallaştırması, sermayenin doğrudan egemenliği altında bulunan nüfusu işçi sınıfı olarak adlandırmayarak, gerçekliği açıklamada bu alanı flu bırakmayı tercih ediyor. İş farklılaşmalarına bakarken netleşen kavram, oluşmakta olan “tehlikeli sınıf”ın pozisyonunu, o bulanıklık içerisinde bırakıyor. Peki, prekarya netliği içinde açıklananlar dışında, bu bulanıklık içerisinde neleri gizliyor? Prekarya, gösterdikleri dışında, neleri söylemiyor? İsimlendirdikleri dışında, nelerin üzerini örtüyor?

Prekarya, hepsinden öte köklerinden ve tarihsel sürecinden koparılan, önceki kuşaklarla bağı tamamen kopuk bir kitle tanımlıyor. Böylelikle prekarya, önceki kuşaklarla ilişkisi koparılmış, kendi başına yepyeni bir figür olarak tarihin bu zamanında sahneye çıkmış oluyor. Gerçek hayatın somut bilgisinden hareketle, bu analiz biçimi Türkiye bağlamında mülksüzleşme ve proleterleşme sürecinin de üzerlerinin örtülmesi anlamına geliyor. Böylelikle kır kökenlilik, kırdan göç gibi Türkiye işçi sınıfı için son derece temel noktaların tamamen dışarıda bırakılmasına da neden oluyor. Hâlbuki Türkiye’de güvencesizleşmenin özneleri olarak işaret edilen prekaryayı, yalnızca kentli işgücü üzerinden okumak mümkün değil. Dönüşümü kır kökenlilik ve taşeronlaşmanın üzerini örterek anlamaya, bizatihi hakikatin bilgisi müsaade etmiyor. Nihayetinde kuşaklararası proleterleşme örüntülerini de yalnızca kent üzerinden ve tarihselliğinden kopuk bir analiz ile anlamak olanaksız. Önceki kuşaktan devralınan miras, kişinin yaşam boyu güvence arayışında ve güvenceyi kuruşunda da etkili oluyor. Örneğin, güvencesizlik üzerine yürüttüğüm bir saha araştırmasında, bir TEKEL işçisinin kızı olan Nehir, babası görece güvenceli konumunu yitirdiği andan itibaren, yolunu ona uygun biçimde değiştirdiğini ifade ediyordu. İki kuşak arasındaki ilişkisellik ise aralarında geçen şu diyalogda açıkça ortaya çıkıyor:

“Nehir, sen bu konuda ne düşünüyorsun?” dedim. “Hakan amca, babamın durumu belli. Ben de mecburen bu okulu bitirip, göreve geçmem lazım, başka türlü olmaz” dedi. Bizim çocuklarımız da özveri olmak kaydıyla, hayatlarından ödün verebiliyorlar. (…) Çünkü bizlerden ancak bu kadar olur.”

Bu örneği ve kuşaklararası ilişkiselliği farklı deneyimler üzerinden çoğaltmak mümkün. Örneğin aynı araştırmada, prekaryaya dâhil edilen ve ücretli öğretmenlik yapan Seray, geçmişi ile kopuk, bugünün koşullarında çaresiz, deneyimsiz ve hatta düşmanını bilmeyen geniş bir kitlede tarif edilir. Ancak bugünün koşullarında ücretli öğretmen olarak eski işçi sınıfına addedilen ve prekaryanın taleplerini karşılamayan bir örgütlenme biçimi olarak bir sendikada örgütlenemez. Diğer taraftan 1 Mayıs’a ilk defa sendikalı babası ile gitmesi, birlikte bir mücadelenin örgütlenmesine dair aldığı aktarım ile bugün Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu’nda, eylemlerde aktif olarak yer alır. Yani geçmişten aktarılan deneyim ile örgütlülük kültürü Seray’ın bildiği bir hakikattir. Benzer biçimde babası Beykoz’da yıllarca görece güvenceli koşullarda, örgütlü bir fabrika işçisi olarak çalışan taşeron işçi Mehmet’in, örgütlülük kültürünü babasından dolayı bildiğini anlatması, sendikal örgütlülüğü önemsemesi, yani kuşaklararasılığın bir başka yüzü olarak karşımıza üzeri örtülemez biçimde dikilir.

Neticede sözü yine hakikatin bilgisine verelim. Anne-babası okuryazar olmayan, kendisi ise gazeteci olarak “5–10 basamak atladığını” söyleyen Taner, kendi deneyiminden hareketle prekaryanın içinde bulunduğu güvence yoksunluğuna bakarken, içerisinde hem ilişkiselliği hem de sürekliliği barındıran doğru yöntemi şu iki cümle ile özetleyecektir: “Güvence garantiyle ilintili bir şey değil (…) Bu bir nesiller süreci.”

GÜVENCESİZLEŞTİRME: SÜREÇ, YANILGI, OLANAK, Özay Göztepe (ed.), NotaBene Yayınları, Ankara, 2012.



0 yorum:

Yorum Gönder