Babaevi'nde Geçmişe Dair Hesaplaşmanın Romanı (Mahmut ŞENOL)

Genç yazarlarımızdan Umut Dağıstan'ın Ayrıntı Yayınları arasında geçtiğimiz yıl basılmış ikinci romanı Boşluğun Sesi'nden, Sabit Fikir Edebiyat dergisinde* bir süre evvel bahsetmiştim. Tersten giderek, şimdi ilk romanını okumuş bulunuyorum.

Aslına bakılırsa, Umut Dağıstan'ın Üst Kattaki Cinler adlı ilk romanı eve dönüş hikâyesidir. Adana şehrinde, ömrünün son günlerini tek başına geçiren kanserli babayı ziyarete gelmiş, büyükten küçüğe sıralarsak,  terbiyeli Servet ağbileri, çapkınlık ve hınzırlıkta önde giden ortanca Ali,  İpek adlı ailenin tek kızın eve geri dönüş güncesidir.

Herbir kardeş sırasıyla lafı alır, bu söze girişlerden roman bölümü çıkar, kurgu iç konuşmalarla devam eder. Ama hepsi bu değildir! Dağıstan, romanda Dostoyevski'ye çıraklık imtihanı verip kalfalığa adım atacak düzeyde bir ruh irdelemesine kalkışır. Her yazarın terazide sıkleti bunu tutmaz...

Baba Süleyman Bey'in son günlerini beraber geçirmek üzere birisi Antalya'dan, -U.Dağıstan, Adana doğumludur, Antalya'da yaşar; dikkat!-, öteki bir büyük kentten, diğeri de başka yerden gelir.
Babaevine dönen üç kardeş, kurmaya çalıştıkları hayata dair acıları, yıkıntıları, emelleri, hülyâ ve beklentileri, her tür çarpıklık ve komikliği de beraberinde taşıyacaktır. Kahramanlarımız kurgunun akışı boyunca romancının verdiği söz sırasına göre, sahne alıp kendisini anlatır.

İpek'in kocası yazar olmak hevesindeki İsmail'dir. İsmail karısını Suzan adlı bir fahişeyle aldatır; fahişeyle aldatmak ne demekse... Bir başka kadınla beraberliği romanını yazmaya ilham için gören İsmail'e kızamayız, zira ortanca ağbi ondan geri kalmaz.

Servet, en büyük ağbidir, eşi Güzin'le arası limonîdir, lakin evliliği kurtaran Can adlı oğulları vardır.

Gelelim, ailenin Don Juan karakteri Ali'ye: Dağıstan'ın romanlarında bundan böyle Don Juan'lara  alışmalısınız, çapkın, hercâi, vurdumduymaz erkeklere sık sık rast gelineceğinden bunu yadırgamayınız, hatta bekleyiniz. Ali, Antalya'da restorant işleticisidir, kırmadık ceviz bırakmaz, hepsini de kılıfına uydurur.
Yazarımızın Ali'ye sıra verdiği bölümlerde, cinselliği ölçülü bir edebiyat içinde ne herzeler yediğini öğreneceğiz.

Süleyman Bey, bana göre, Turgenyev'in klasiği Babalar ve Oğullar romanındaki Baba Nikolay'a uzaktan selam çakar. Onun gibi muhafazakâr değerler içindedir; çok okur, okumaktan yazmaya fırsat bulamaz.

Oedipus Kompleksi diye genelleştirilirse, Freudyan saplantılara girmeksizin, Süleyman Bey'e karşı iki oğlu ve kızı, aslında düşmandır. Zira, Süleyman Bey kitap ve okuma bencilidir; tıpkı Elias Canetti'nin Körleşme romanındaki Pieter Kiene gibi kütüphanesine kapanır.

Kitap okuyana zaten herkes düşmandır, en azından birazcık kırgındır.

Kitap okuyan dünyayı satırlar arasında anlamaya çalışır, oysa onun dışında duran hayat vardır ve o hayatın kitle insanları bunu hazmedemez. Annelerinin böyle bir adamı baba diye seçmesi, demek onları kızdırmıştır.

¨ Süleyman Bey'in dünyası kitaplarıydı. Beni bu dünyaya davet etmek için gösterdiği tek çabaysa, özel günlerde aldığı hediyelerdi: Kitaplar! Zamanla, onun elinde parlak ambalajlı bir paket görmenin benim için hiç heyecanı kalmadı... Onun tek bildiği odasına kapanıp kimsenin okumadığı yazıları yazmaktır. O bir yabancıdır, hem de kimsenin tanımadığı bir yabancı!¨
[s.23.]

Bunu söyleyen, babasına son derece kırgın ortanca oğlu, Ali'dir. Yabancı diye nitelediği babanın, A. Camus'ün Yabancı romanındaki Meursault'a benzerliklerini hatırlamak isteyen olursa, yüreklendirmek gerekiyor. Babanın kaçınılmaz ölümünü bekleyip onu uğurlamaya gelmiş çocukları bir yandan eleştirmeden duramıyacaktır.

Yazarın, ¨Yollarda kimse birbirini tanımıyordu. Özgürlük dedikleri şey, bu olmalıydı!¨ deyişi [s.15]  Cervantes'in,¨Yolda olmak handa olmaktan daha iyidir!¨ vecizesine bir atıftır.

Yazarın,  ¨Babam, uzun yemek masasına dirseklerini dayamıştı yine. Sanki önünde hep bir masa olmalıydı.¨ [s.29] diye Süleyman Bey'in masadan ayrılmayan, ona yapışık bedenini, ruhunu eleştiren büyük oğlu , bize bir yerlerden âşina geliyor; hiçbir şey yapmak istemeyen, ama hep masasında oturan Kâtip Bartleby, Moby Dick romancısı H.Melville tarafından nasıl tasvir edildiyse, öyle...

Yazarın, Süleyman Bey'i kastedip, ¨Var olmayan bir adamla beraber olmak annem için çok zor olmuştu herhalde. Ama insanlar var olmayan bir tanrıya inanıyorlar.¨ [s.39] deyişi, İ.Calvino'nun Varolmayan Şövalye'sindeki satırları anımsatır.

Akciğer kanserine sigaradan yakalanmış babalarını konuşup çekiştirmek üzere, üç kardeşin, evin bahçesinde buluştuklarında herbirinin dudağında bir sigarayla görünmesi, baba katili tütünle ahbaplığı sürdürmesi dikkat çeker. [s. 49]

Yazarın 1980'lere dair alışkanlıkları iyi bildiğini  yaşını dikkate alıp anlıyoruz. Dağıstan'ın o dönem talebelerinde parmak arasında kalem çevirmek, fıldır fıldır döndürmek alışkanlığı olsa gerek, romanına bu yansımıştır. ¨Okul yıllarımda yaptığım gibi kalemin arka tarafından tutuyor, başparmağımla ortaparmak arasında sıkıştırıp işaretparmağımla vuruyor, havada bir tur atıp elime geri dönüşünü izliyordum.¨ [ s.61] 
Ne ki romanda, İpek'e rağmen, kadın gözünden bakılamaz. Yazar, bir çocuk yahut hayvan karaktere de yer vermemiştir; bunları başka romanlarında bulacağımıza inanıyorum.

Yazar boyundan büyük lafları karakterlerine söyletir:¨Her erkek babasından kaçarken kendisini karanlık, ucu bucağı olmayan sonsuz bir ormanın içinde bulur, oradan çıkış, bilinçli veya bilinçsiz, bütün hayatın anlamı haline gelir, eninde sonunda çıkmayı başardığındaysa her zaman yanı başında olan gerçeği fark eder; çıkış aslında giriştir. Ormanın sonunda onu bekleyen aslında babasından başkası değildir.¨ [ s.131] 
Babanın odasında, masasında geçirdiği entelektüel beslenme saatleri demek çocuklara epeyi dokunmuştur. Süleyman Bey zaten hep yalnız adamdır, şimdiyse kanserle baş başadır. ¨Çünkü masadaki adam kendi yalnızlığını sevecek kadar tehlikeli biridir...¨ [s.218] 

Kitapla, okumayla, öğrenme merakıyla ilgili tüm babaların kulağına bu küpe olsun!

Dağıstan'ın eksiksiz, zengin Türkçesiyle yazdığı romanda iki şey bana göre yoksunluk gösteriyor. Birisi İstanbul Türkçesine ait ağzı kullan(a)mayışı, ötekisi konuşma-diyalog akışlarında gerçek yaşama ait seslenişlere yer vermeyişidir. Bunları aşması kolay: Önce İstanbul'a dair Halid Ziya, Refik Halid, Halide Edip, Hüseyin Gürpınar, Burhan Cahit, Peyami Safa gibi yazarlara önem vermeli, dilini böylece geliştirmelidir.
Bir de tiyatro eserlerini baştan sona okumalıdır.

Sanıyorum, diyalog için en yetkin ders kaynağı tiyatro yapıtlarıdır.

Dağıstan'ın göz kamaştıran yapıtındaki bu eksikler romanın okunmasını zorlaştıran, yokuşa vuran şeyler değildir; gözüme çarpan çerden çöptendir.

Bu kadar hurda teferruat her yerde var, bu romanda olmuş çok mu?

Derinliği olan bir romanın arada kaynayıp gitmesine gönlü razı olmayanlara kitabı salık veririm.


ÜST KATTAKİ CİNLER, Umut Dağıstan, Merkez Kitaplar Yayınevi, 2007

0 yorum:

Yorum Gönder