Muktedir Kadınlar Baladı (Mutlu ARSLAN)

Sanırım yol romanları en çok kadınlara yakışıyor… Yerleşik hayatın düzeni içerisinde asabiyyetini yitirerek erkeklere teslim olmuş kadınlar, yola koyuldukları andan itibaren, göçerliğin kendine has dürtüleriyle, tekinsiz bir maceranın kahramanı haline dönüşebiliyor.

Yersiz yurtsuzluğun kadınlar üzerindeki bu “yaratıcı” etkisi romanlara has bir olgu olmasa gerek. İlk romanı Muz Sesleri’ni yazmak için dokuz ay Beyrut’ta kalan Ece Temelkuran, bir yılı aşkın süren Tunus yolculuğundan da Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanıyla döndü.

Muz Sesleri nasıl ki Beyrut’ta başlayıp Oxford ve Paris’e taşıyorsa, Düğümlere Üfleyen Kadınlar da Tunus’ta başlayıp tüm Ortadoğu’yu kat eden bir yolculuk hikâyesini anlatıyor: İşinden kovulmuş Türkiyeli bir gazetecinin Tunuslu dansçı Amira, Mısırlı akademisyen Maryam ve her defasında birbirinden farklı hayatlara bürünen Madam Lilla ile çıktığı sınır aşırı bir yolculuğun hikâyesini…

KADIN KORKUSU

Temelkuran’ın romanı hakkında yazmaya başlamanın en doğru yeri ismi: Düğümlere Üfleyen Kadınlar. Bu şiirsel tamlama, büyük çoğunluğumuzun çocukluktan itibaren bir biçimde ezberlediği fakat anlamlarını hiç bilmediği surelerden biri olan Felak Suresi’nin 4. Ayetinde geçiyor. “İki koruyucu”(muavvizeteyn) olarak adlandırılan Felak ve Nas Sureleri, Kuran’ın sonunda yer alıyor ve insanların ya da cinlerin tüm kötülüklerinden Allah’a sığınılmasını emrediyor. Felak Suresi’nde sayılan kötülüklerin kaynaklarından birisi de işte bu düğümlere üfleyen kadınlar…

Romanın en baskın karakteri olan Madam Lilla, “düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının” ayetini, kadınların -iyi ya da kötü- yapabileceklerine ilişkin tanrısal bir delil olarak kabul ediyor. Nefes, kadınların gücünün kaynağı olarak roman boyunca sürekli tekrarlanıyor. Nefesin yaşamın temel kaynağı olduğuna dair inanç hem paganik hem de semavi dinlerde sıklıkla karşılaşılan bir olgu. Tanrının, insanı kendi ruhundan üfleyerek yarattığına ilişkin betimleme tüm kutsal kitapların ortak noktalarından biri ve nefes, nefs, ruh, soluk, üflemek kelimeleri de pek çok dilde eş kökenli.

Yaşadığı engin hayat deneyimleri boyunca kadınların nefeslerindeki bu tanrısal/yaratıcı gücün farkına varan Madam Lilla, tesadüfen karşılaşıp hızla kaynaştığı üç kadının da bu sırra ermesi için gayret gösteriyor. Kadınlara has bu güç, kendileri farkında olsun ya da olmasın, romanda karşımıza çıkan gencinden yaşlısına neredeyse tüm kadınlarda bir biçimiyle hissediliyor.

Hikâyelerin ortak noktaları değerlendirildiğinde boylu boyunca bir aşk güzellemesi ve intikam serüveni gibi duran roman boyunca kaçınılmaz olarak çok sayıda erkek ismi geçse de, romanda gerçek anlamda bir erkek karakter olduğunu söylemek mümkün değil. Romandaki erkekler, kadınlar onları ne kadar tanıtıyorsa o kadar tanınıyor. Kadınların onlara verdikleri değer kadar değerli, kadınların onları sevdiği kadar sevilesi birer figür(an) olarak görünüp kayboluyorlar. Romandaki hiçbir erkek karakterin sonu bilinmiyor dahası okuyucu bu konuyu çok da merak etmiyor.

Temelkuran, erkeklerin suretlerini belirsizleştirmekle yetinmiyor, mağribin hafızasına kazınmış Kartaca’nın kurucusu Dido (Ellisa) ve Müslüman yayılmacılığına karşı direnen El Kahina’nın erkekler tarafından yazılan tarihlerini kadınların ağzından yeniden yorumluyor. Maryam ve Madam Lilla’nın ağzından dinlediğimiz bu yeniden yorum, romanı hem zamansal hem de ideolojik olarak çok katmanlı hale getiriyor. Bu katmanları eşeledikçe, yaşadığımız dünyanın erkeklerin dünyası haline gelmeden önce, yani toplumsal bölünmenin, özel mülkiyetin ve sömürünün olmadığı, antropologların “anahanlık” olarak adlandırdığı eşitlikçi toplumların izlerine rastlıyoruz. Ne var ki roman bu yönde fazla mesafe kaydetmemize fırsat vermeksizin daha “cazibeli” konulara yönelerek, kadınların gasp edilen asli kurucu güçlerine değil, kurulu düzen içindeki tali gizil güçlerine odaklanıyor.

İÇE SİNMEYEN DEVRİM

Devrim, en kısa ifadesiyle, kitlelerin toplumu var eden kurucu güçlerini yeniden ele geçirmeye yönelik kolektif eylemidir. Sanılanın aksine devrimin başarısı “devirme” değil, “kurma” gücüyle ölçülebilir. Toplumsal yaşamın tüm unsurlarını eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik değerler ışığında yeniden üretilmesini sağlamayan devrimci süreçlerin gerçek bir başarı yakaladığını söylemek mümkün değildir.

Bu noktadan baktığımızda, başlangıçta tüm dünyada büyük bir merak ve heyecan uyandıran ve belki de Ece Temelkuran’ı o topraklara sürükleyen Arap Baharı’nı da başarılamamış bir devrim olarak nitelendirmek çok da yanlış sayılmaz. Arap Baharı, hem konu akışı, hem de coğrafi olarak Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanının temel izleklerinden birisi. Anlatıcı dışında, romanda yer alan tüm karakterler, bir biçimde sürecin aktif öznesi olmuş kişiler. Her birisi bu devrimci sürecin etkisini hayatlarında derinden hissetmişler. Fakat gelinen noktada ortaya çıkan devrimin ana karakterlerden hiçbirisinin içine tam olarak sindiğini söylemek mümkün değil.

“Dünyayı büyük sözlerin değil küçük insanların değiştireceğine dair bir işaret” olarak nitelediği Venezuela’daki Bolivarcı Devrimi “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” kitabında büyük bir heves ve iştahla aktaran Temelkuran’ın, Arap Baharı konusunda aynı coşkuyu yaşamadığını kesin… Bir yandan orada devrimi yapan ve yaşayan insanların mücadelesine olan saygısı öte yandan mevcut durumun hiç de iç açıcı olmaması yazarı adeta iki arada bir derede bırakmış görünüyor.

Romanın başlangıç kısımlarında yer alan Tunus tasvirlerinde, devrime rağmen Hükümet Konağı’nı çevreleyen dikenli tellerin kaldırılmamış olası, o dikenli tellerin anne ve çocuğuna yaşattığı zorluk, kadınların erkek kahvesinden kovulmaya çalışılması ve tabi ki Amira’nın hala özgürce dans edememesi Tunus’ta yaşanan hayal kırıklığının romana yansıyan izleri. Mısır ve Libya söz konusu olduğunda eleştiriler çok daha ileri giderek, Mısır’da devrimin askerlere teslim edilmesi, Libya’da ise emperyalistlerle işbirliği içinde “taşeron” bir devrim yapılması gibi radikal noktalara kadar varıyor.

Ama zaten insanların kaçmak zorunda kalmadıkları bir devrim olsaydı, bu roman da olmazdı.

SAKLI NEFES

Ece Temelkuran’ın ilk romanı olan Muz Sesleri hakkındaki en yaygın eleştiri, abartılı betimlemeler ve aforizmalarla bezeli olmasıydı. Muz Sesleri’ndeki kadar yoğun olamasa da benzer bir anlatım dilinin Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da da kullanıldığını görüyoruz. Fakat bu sefer, hikâye örgüsünün de güçlü olmasının avantajıyla, bu süslemeler daha az göze çarpıyor. İçerdiği duygu ve anlam yoğunluğu nedeniyle şiir ve öykü gibi edebi türlerde esere çok boyutlu bir derinlik kazandıran bu süslü dil, romanlarda kullanıldığında okuyucu için yorucu bir fazlalık haline dönüşebiliyor. Roman okuyucusu, yazarın hünerlerini, konsantre hale getirilmiş sözcük ve cümlelerle değil, bir bütün olarak roman kurgusu ile ortaya koymasını bekliyor. İyi bir romanın kalpten önce, aklı fethetmesi gerekiyor.

Romanın bana göre en zayıf yanı, Ece Temelkuran’ın gerçek kimliğiyle kitaba dâhil olması. Roman içinde adı hiç geçmese de gerek son birkaç yıldır hepimizin bir biçimde tanık olduğu gelişmeler, gerekse romanın sonunda kitabın yazımının romanla bütünleşmesi adı geçmeyen anlatıcının Ece Temelkuran olduğunu gösteriyor. Romanın matematiğini kurmak ve çatısını oturtmak açısından işlevsel gibi duran bu tercih, yapıyı ayakta tutan sütunlardan birinin cılız kalmasına yol açmış.

Yazar, roman boyunca kendisi hakkında konuşmaktan, düşünmekten ve nihayetinde yazmaktan kaçındıkça, karakteri de bulanıklaşmış. Diğer ana karakterlerin tüm yaşantıları ve düşünceleri didik didik edilirken, konu anlatıcıya her geldiğinde üzerinden atlanması, okurun en kolay özdeşleşebileceği kişiyle mesafesini bir hayli açıyor. Romanda anlatıcının ne elle tutulur bir hikâyesi, ne anlatabileceği bir film sekansı ne de bir “aşkı” var. Bir roman karakteri olarak Ece Temelkuran silikleştikçe, gerçek yaşamdaki Ece Temelkuran okurun zihninde daha fazla öne çıkıyor. Hal böyle olunca okur kendisini roman karakteriyle empati kurmaya çalışmak yerine, yazarıyla rekabet ederken buluyor. İnsan ister istemez içinden “keşke Temelkuran, en güçlü silahı içtenliği olan bu romanda kendini saklamak yerine, apaçık ortaya dökebileceği bir kurgu karakter yaratmayı tercih etseymiş” diye geçiriyor.

YOLA ÇIKMALI

Her yol romanı bir kaçış romanı olduğu kadar bir arayış romanıdır da. Yol, insanın kendisine yabancı olanla yüzleştiği, yüklerinden ve yüklemlerinden arınarak kendi bilincine vardığı bir katharsis sürecidir. Ve her yol romanının son durağı, insanın kendisidir. Madam Lilla yolculuğun hemen başında “sizi kendinize götürüyorum hanımlar” dediğinde sonuna kadar haklıdır. Nitekim bir gönül kırgınlığının ve intikam hırsının peşine düşen dört kadının çıktığı macera dolu yolculuk, her birinin kendisiyle yüzleşmesiyle sona ermiştir.

Düğümlere Üfleyen Kadınlar, kendi gücünün farkında olmayan kadınları, yola çıkmaya, yoldan çıkmaya çağırıyor. Bahçesiz evlerin munis hanımlarını, nefeslerinde taşıdıkları yaratıcı yıkımlarıyla göz göze getirerek, kendi romanlarının kahramanları olmaya zorluyor. “Bedenim bana aittir, kimsenin şerefinin kaynağı değil” diyen Tunuslu Amina’nın öfkesini, hemşerisi Amira’nın dansıyla buluşturarak…

DÜĞÜMLERE ÜFLEYEN KADINLAR, Ece TEMELKURAN, Everest Yayınları, 2013

2 yorum:

  1. Bence Ece roman yazmamalı.Gazete yazıları oldukçaiyi.Beğenerek okuyorum.Ama romanlarını beğenemedim.

    YanıtlaSil
  2. Romanı bugün bitirdim, genel olarak beğendim sadece anlatıcı ile ilgili yazdıklarınıza katılıyorum. Diğer kahramanlar gibi anlatıcı da bir hayata sahip, kanlı canlı bir karater olsaymış roman daha bir lezzetli olurmuş kanımca. Muz Sesleri'ni de okumuştum. Ece Temelkuran'nin bu iki romanindaki siirsel, abartılı dili bence bu coğrafyanın duygularını anlamlandırma tarziyla örtüşüyor. Bu coğrafya hersey biraz abartılı ve mantık sınırlarını zorlayarak yaşanmaz mı?

    YanıtlaSil