Sofya’nın kitabını okurken, zihnimde bir görüntü belirginleşti. Yıllar önce bir kamyon kasasında köyden şehre gelişimiz... Geldiğimiz uçsuz bucaksız bozkıra hasretimiz, şehrin tedirgin ediciliği. Küçüklerin büyüklerden daha hızlı uyum sağlayışı. Büyüdükçe bozkırı düşünüp içimde ince bir sızı duyuşum. Bu topraklar üzerinde ‘göçmek’ zorunda kalmamış, gurbet duygusu yaşamamış, sıla hasreti çekmemiş insan var mıdır? Yoktur herhalde.
Edebiyatımızda göç temasının yaygınlığını dikkate aldığımızda konunun nasıl kültürel genlerimize işlediğini rahatlıkla anlayabiliriz. Almanya göçü, köyden kente göç olguları dışında, edebiyatımız son zamanlarda Ermenilerin, Anadolu Rumlarının, Kürtlerin göçüne daha sık yer veriyor. Başka ülkelerde yaşayan ve çeşitli siyasal gerekçelerle Türkiye’ye gelen Türki halkların göçerliği ise, üzerinde pek de konuşmadığımız bir konu. Sofya Kurban'ın geçtiğimiz yıl yayınlanan Göç isimli öykü kitabı işte bu pek konuşmadığımız göçü alabildiğine insani bir damardan konuşuyor.
Göç, on dokuz öyküden oluşuyor. ‘New York’tan İnsan Manzaraları’ öyküsüne gelene kadar on beş öyküde; yerinden yurdundan edilmiş bir ailenin yaşadıkları, umut yolculukları üzerine kurulu öykülerden oluşan bir kitap. Son dört öyküde, yine Kazan Tatarlarının şimdiki zamandaki yaşamlarına tanıklık ediyor.
Öyküleri öz yaşama dayalı olmasına rağmen başarılı bir dil oluşturabilmiş Sofya Kurban. Sovyet Devrimi ve Çin Kültür Devrimi siyasal olarak arka planda akarken, bir çocuğun gözleri olayların insan yaşamı üzerindeki etkilerini duyumsamamızı sağlıyor. Olayları siyasal yönleriyle değil, insan yaşamlarına etkileriyle eleştirip, anlatmayı başarıyor. Dört küçük çocuğun, baba, anne ve onların yakınlarının tuttuğu taraf gereği savruldukları hayat. Aslında aile denen olgunun, bir bütün olarak ailenin umutlarının çocuklar üzerindeki etkisine yapılan göndermeler de söz konusu. Ve o çocukların aileyi bir arada tutan amacın yitirilmesiyle aile bireylerinden kopuşu. Çocukların yitikleri… Son dört öykünün imlediği ise şimdinin yetişkini bu çocukların çözülmüş bir kültür içindeki yalnızlaşmaları. Yer yurt umutlarının, gurbet duygusunun devam etmesine karşı artık insanların çözülmüş, dönecek yerleri de olmayan bireyler olmaları. Bu his aynı zamanda ilk öykülerin öz öyküsel anlatımına karşın son dört öykünün el öyküsel anlatımıyla da pekiştirilmiş.
Kitaptan aldığım edebi lezzetin kaynağı kanımca görselliği. Öykülerdeki sinemasal özellikler duygularında görselleştirilmesinden kaynaklanmış. Akşamın hüznünü uzak dağlarla; haber gelecek beklentisini uçsuz bucaksız steplerle, kapanan sınırı, siyasal değişimi yoğun asker polis görüntüleri, çocuklu kadınlarla, çaresizlikten güçsüz kalmış erkeklerle, yarı savaş görüntüleri ve yoksullukla gösteriyor Sofya Kurban. Küfretmiyor, bağırmıyor. Anlatmıyor, gösteriyor.
Kitabın düzenlenmesine ilişkin de bir şeyler söylemek gerekiyor. Bu konuda Phoenix yayınlarını kutlamak gerek, kapak ve kullanılan siyah beyaz fotoğrafın öykülerdeki duygularla bütünleştiğini söylemeliyim. İç düzenlenme ve öykülerin sıralanışı da oldukça iyi.
Göç, bir ilk kitap olmasına karşın, Sofya Kurban’ın öykücülüğümüzde yeni bir ses olduğunu bize kanıtlıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder