Amerikalı yazar William Faulkner, roman ve öykülerinin gerçekleştiği bir ülke yaratır: Yoknopatawpha. Bölünmüş ülke anlamına gelen Yoknopatawpha iç savaşı anlatmak için kurgulanmış imgesel bir ülke değildir sadece, şiirsel bir haritasını da çizer Faulkner bu ülkenin. Temalar ve karakterler anlatıların sınırları arasında seyahat ederler. Ancak iç savaşın izlerinin ve kurgu bir ülkenin varlığı sizi yanıltmasın. Belli bir zaman ve mekândan bahsediyormuş gibi görünse de anlattığı hikâyeler zamansız ve mekânsız evrensel hikâyelerdir Faulkner’ın. Bu yüzden kendisinden sonra gelecek farklı coğrafyalardan iki önemli yazarı, Gabriel Garcia Marquez ve Yaşar Kemal’i, sıklıkla kullandığı yerel motiflerle, gerçeküstü öğeleri işleyişiyle, coğrafyayı tasvir edişiyle etkilemesi hiç şaşırtıcı değildir.
Faulkner’ın Ses ve Öfke’si yirminci yüzyılın ilk yarısında hem içerik hem de dil açısından modernitenin yarattığı bu girdabı en iyi işleyen romanlardan bir tanesidir. Amerika’nın güneyinin dünya sanayi sistemine ve finans-kapitalizmine eklemlenmeye başladığı tarihsel bir çerçevede iç savaş sonrası dağılmaya başlayan aristokrat bir ailenin hikâyesini anlatır. Compson ailesi güneyin geleneksel değerlerini temsil etmektedir. Erkekler aile onurunu koruyacak olan cesaretin, ahlaki gücün timsali olurken; kadınlar saflığın ve namusun timsalidirler. Ancak bütün bu değerler iç savaş ve sonrasında toparlanma sürecinde güneyin aristokrat ailelerini toplumsal, ekonomik ve psikolojik olarak dönüştürmeye başlayacaktır. Compson ailesinde de bu kendilerini bir arada tutacak olan aşkın yitimi olacaktır. Ailenin sevebilen tek üyesi Caddy, aşkı bulduğu an yalnız kalacaktır. Ailenin erkek fertlerinin hiçbirisi ise hakiki aşkı deneyimleyemezler.
Compson ailesinin maddi ve manevi yok oluş hikâyesi, romanda dört ayrı anlatıcının farklı anlatım teknikleri ve bakış açılarıyla dile getirilir. Bunlardan birisi 33 yaşındaki otistik Benjy’dir. İkincisi ise Benjy’nin ağabeyi Quentin Compson’dır. Hem Benjy’nin anılarında hem de Quentin’inkilerde, Caddy’nin kendileri için ne ifade ettiği önemlidir. Caddy onların cinsel arzularını ilk harekete geçiren kişidir, aynı zamanda namus ve saflığıyla geleneksel Compson ailesini temsil etmektedir. Ne zaman ki Caddy evlenir. Benjy, Caddy ile yaşadıklarını sürekli hatırladığı başka bir zamansal evrenin parçası olur. Bu evlilik Quentin’in ise zihinsel dünyasını darmadağın edecek ve bu Quentin’in diline bitmeyen cümleler, gramer ve yazım hataları ile yansıyacaktır. Üçüncü anlatıcı ise küçük kardeş Jason’dır. Kardeşler arasında maddi zenginliğe pek düşkün olan Jason, modern dünyanın yarattığı her fırsatta hesapçı tipini simgeler. Son anlatıcısı ise olaylara biraz daha dışarıdan bakmayı başarabilen dolayısıyla da ailenin çözülüşünden sonra hala umutla bu geleneksel değerler için savaşacak olan ve geçmişe dair hikâyeyi daha nesnel bir şekilde duyabileceğimiz siyah uşak Dilsey’dir.
Ses ve Öfke’de aristokrat bir ailenin çözülüşünden ziyade geçmişin nasıl veya niye hatırlandığı ve şimdi ile kurduğu diyalektik ilişki önemlidir. Geçmiş kaçması ve yok etmesi zor bir gölge gibi çıkar karşımıza. Faulkner’a göre geçmiş ve şimdi arasındaki çizgi çok incedir ve birbirlerini hapsederler. Hatta Faulkner’a göre geçmiş diye bir şey olamaz, gelecek diye de! Sadece “şimdi, Şimdi, ŞİMDİ” vardır. Benjy ve Quentin’in şimdi’lerini geçmişi hatırlayabildikleriyle ve onunla yüzleşebildikleri kadarıyla yaşarlar. Kendi kimliklerini veya hakikati bulmak için geçmişle hesaplaşmayı arzularlar, daha doğrusu geçmişle yüzleşebildikleri takdirde, bugün de var olabileceklerdir. Kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz ama her defasında kaçınılmaz, karakterlerin en çok gerçekleştirdiği eylem “hatırlamak” veya “hatırlamaya çalışmak”tır. En ufak olay onlara Caddy’i çağrıştıracaktır. Caddy evliliği dolayısıyla aileden dışlanan birisi olsa da, onun ölümü, ailenin yok olmasında önemli bir faktör değil insanlığa dair bir deneyimdir, kaçınılmaz bir son olan ölümü tanıştırır Benjy ve Quentin ile.
Savaş dönemlerinde ve sonrasında modernitenin yıkıcılığından payını almış bir dünyadır Faulkner’ın yarattığı. Cesaret ve onur, gurur ve tutku, şefkat ve özveri, kötülük ve trajedinin anlatısıdır Ses ve Öfke. Benjy’nin boğazında düğümlenen sadece sese dönüşen kelimeler, Quentin’in dizginleyemediği öfkesi, Jason’un küçük hesapları, Dilsey’in duaları. Karakterlerin kaybetmek ve yokluk, katlanmak ve var olmak arasında gidip geldikleri bir dünya.
Roman basit bir aile trajedisi olarak algılanabilir veya Faulkner’ın ahlakçı muhafazakâr bir yazar olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak bu kadar basit değil. “Modernleşen” insanın çelişkilerini ve bunalımlarını, zamanın sabit ve nesnel bir biçimde algılanamayacak bir varlık olduğunu tarifsiz bir güzellikte anlatır Faulkner. Bu çelişkileri ve bunalımları savaşların yarattığı travmalar bağlamında düşünürsek, bugün bile bu hissiyata pek de yabancı olmadığımızı anlarız. Eric Hobsbawm geçtiğimiz yüzyılı “aşırılıklar çağı” olarak adlandırır. İnsanlık tarihinin en umut verici gelişmeleri bu yüzyılda yaşandığı gibi en büyük felaketleri de bu çağın çocukları olmuştur; hatırlayamadığımız veya yüzleşmek istemediğimiz savaşlar, katliamlar, soykırımlar. Son zamanlarda “hatırlama” ve “toplumsal ve bireysel hafıza”ya dair hem akademik hem de sanatsal anlamda birçok şey üretilse de, binlerce hikâye henüz uykudadır. Öyleyse uykuda olan bu hikâyeler için Faulkner’ın Ses ve Öfke’sinden bir alıntı ile bitirelim: Sana tüm umutların ve arzuların anıtmezarını sunuyorum... Bunu, zamanı hatırlayasın diye değil, böylece arada bir zamanı unutup tüm nefesini onu zapt etmeye harcama diye yapıyorum. Çünkü dediği gibi, ona karşı yapılan hiçbir savaş kazanılmamıştır. Hatta bu savaşlar gerçekleşememiştir bile. Bu savaş meydanı, insana kendi ahmaklığını ve çaresizliğini göstermekten başka işe yaramaz ve zafer, yalnızca filozofların ve ahmakların sanrılarından ibarettir.
0 yorum:
Yorum Gönder