Mustafa Hakkında Her Şey’deki Mustafa’nın geçmişini inkarındaki o korkutucu takıntıdan mustarip olduğumu fark ettim. İlkokul günlerimin yaz tatillerinden birinde kuzenimin çok güzel söylüyor diyerek, bir kaset getirişi ve benden yedi yaş büyük kardeşimle teybe yerleştirdikleri bu kasedi defalarca çevirerek, mutsuz fısıldaşmalarla, annemin söylenmeleri arasında dinlemeleri. Bergen’in sesi babam eve gelince susardı ancak. Evlerin çoğu gibi mutsuzluk hakimdi ortama ve mutsuzluğun nedeni bu kadındı sanki. Sanırım bu yüzdendi Bergen ve arabeskten uzak durmam, takıntılı bir inkar çabası. Ta ki “Ben, Kendim ve Bergen”i okuyana dek sürdü bu çaba. Çünkü, öykünün Bergen’le oturup sabahtan akşama televizyon izleyen kahramanı ben olabilirdim. Bu iki kadın birbirinden çok farklı olsalar da, kurdukları cümlelere görünüşte aşina olmasalar da, tatlı tatlı atışsalar da aynı dili konuşuyorlar. Bu dil, “Havva’nın lanetli mirasını taşıyan”ların dili, bu mirasla yüzünün yarısını kaybetmiş, buna karşın iki gözüyle görmeyi sürdürebilenlerin dili. Durmadan Bergen’in cümlelerindeki yanlışları düzelten, Furuğ’dan dizeler okuyan, çokbilmiş kitaplardan edindiği cümlelerle konuşan sıkıcı “uzman” ben olabilirdim elbette. Bu öyküyü okuyunca anladım: Ne kadar benziyormuş birbirimize. “Acıların kadınıyım” diye bağırmasam da ne kadar benziyormuş yaralarımız. O akşam, öykünün kahramanlarından biri olup onunla televizyon izlerken anladım bunu. “Üstün”lüklerim onun yaşadıklarına benzer şeyler yaşamamı engelleyememişti. Onu tanıdıktan sonra anladım ki tüm kadınlar, ben de dahil, bu erkek dünyanın tuhaflarıydık.
Bergen yirmi sekiz yaşındaydı öykü zamanında. Kocasının onu hala sevdiğine inanıyordu. “Aşk işte böyle bir şey, sihirli bir perde ile kapatıyor aklın gözlerini, hep sahte bir umut yeşertiyor yürekte, kolayca kanabilesin diye.” dese de aşka inanıyordu hala. Bir yıl sonra tekrar çalışmaya, şarkı söylemeye başladı. Yirmi dokuz yaşındaydı. Eski kocası kurşunlayarak öldürdü onu. İşte bunu öğrendiğim zaman şundan daha da emin oldum: Başka bir dünya hayali kurmalı. Bu hayal için okumalı, bu hayalle bakmalı dünyaya, daha çok üzülüp ağlasak da daha çok sevebiliriz o zaman, çelişkili görünse de daha çok mutlu olabiliriz.
“Ben, Kendim ve Bergen” Ayşe Başak Kaban’ın yazdığı Ayizi tarafından basılan öykü kitabı. İlk öykü “Ben Kendim ve Bergen”de olduğu gibi öteki öykülerin çoğunda başka dünyanın hayalini kuran, çok üzülen, çok mutlu olan kadınların; o kadınların babalarının, annelerinin, dedelerinin, anneannelerinin öyküsü anlatılıyor.
İkinci öykü “Kırmızısaçlıperi” öldürülen travesti kadın Peri’nin ardından yapılan tanıklıklardan oluşuyor. Tanıkların her biri kendi algısından anlatıyor onu. Peri’nin ev arkadaşının sözleri “kadını tanıyordum” diye başlarken anne “travestiyi tanıyordum” der. Anne bile evladını anlatırken toplumun dilini benimsemişse gerisini varın siz düşünün, demek ister gibidir yazar. “Bizim buralarda eşek sikenin değil, kızı kaçanın namusu yoktur.”diyen Peri’yi yalancı çıkarmamıştır toplum. Annesi, öldürülen evladının ardından şunları söyler: “Hep şükrettim Allah’a; iyi ki sapasağlam iki erkek doğurmuşum Sabri’den (Peri, anne için Sabri’dir) önce. Yoksa onun öyle olması benim kabahatim sayılacaktı, ya Allah büyük işte…”
2012 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülünde birinciliği alan “Garnik ile Şaşik” öyküsünün ekseni, ölümle karşılaşma gibi görünse de gurbeti anlatır yazar. Annenin durmadan ağlamasının, Şaşik dedenin ağzında on tane altın diş ile Ermenistan’dan Türkiye’ye göçmesinin ve öldüğünde torunu Garnik’e bunlardan üçünü miras bırakabilmesinin anlatısı. Garnik o üç altın dişle ne yapar dersiniz? Asıl öykü burdadır işte!
Dayımın Kemikleri’nde “Galatasaray’ın önünde taş kesilen” anneannenin sabrı anlatılır. “Kemiklere tutunması gereken” anneannenin hüznü “taş” metaforunun yaydığı katılıkta yok olur.
Karşıdaki insanda “aşk”ı başlatan küçücük bir mimik sonradan yıkıcı bir etkiye dönüşebilir. Farkında olmadan yıkıma aşık olmuş, yıkımı yüceltmişizdir aslında. “Kıvrım” da böyledir işte. Bir dudak kıvrımı…
“Kırmızı Pabuçlar” da ödüllü bir öykü, Gila Kohen öykü yarışmasında ikincilik almış. Bayram belki de bazıları için çağrıştırdığının tam tersi bir anlam ifade eder. Hatta çoğu insan için öyledir, ama bunu ya durup düşünmezler, ya da düşündüklerini belli etmezler. Zaten “ne çok konuşup ne az düşünüyoruz” öyle değil mi?
Biz kadınlar, kezzapla ya da hizaya getirmek için atılan her adımla yüzü yok edilenler, Ermeniler, kaybolan kocasının yaşadığına inanlar, kocasını öldürenler, babanın reddettiği zihinsel engelli çocuğunu çok sevenler, oğlunu kaybedip kemiklerini özlemle bekleyenler, babasız büyüyüp evlatsız yaşayan erkekler, tüm bunlara inat düş görenler, dünyanın tuhaflarıyız. Kimbilir belki bir gün herkes tuhaf olacaktır ya da hiç tuhaf kalmayacaktır. Değil mi ki böyle öyküler yazılıyor, okunuyor, umut hep olacaktır, yanı başımızda.
0 yorum:
Yorum Gönder