Hemen her şeyin tuzaklardan ve yanılsamalardan ibaret olduğu anlaşıldığında yola çıkmak iyidir; zıvanadan çıkmış bir arzuyla yol almak… heyecanlıdır. Böylesi bir düş gücünün trajik ya da komik olması, edebiyat tarihinde Cervantes’in Don Quijote’u kadar ironik bir etki yaratmamıştır herhalde. Bu nedenle, çok az roman yapıtının resim, sinema, tiyatro, bale ve opera gibi sanatın pek çok dalında kendine yer edindiğine tanıklık etmişizdir.
Bu yazıda, edebi ve ahlâki mirasın taşıyıcısı olan Don Quijote’un hangi düşünsel sınırları zorladığını açmaya çalışacağım. Asıl, Cervantes’in “otoriteden kurtulan insanı/okuru” düşünmeye başlaması, aralarında Stendhal, Dostoyevski, Flaubert ve Mark Twain’in de olduğu ve yazma uğraşını okurlarıyla paylaşan yazarların kitaplarında yaşamaya devam etmesi, ondan kalan entelektüel mirasa saygı duyulmasına neden oluyor. Kaldı ki, Don Quijote’un etkisinin edebiyat alanıyla sınırlı kalmadığını, Nietzsche, Russell ve Foucault’un düşünsel evreninde kendine bir yer edindiğini de biliyoruz.
Şuraya dikkat çekerek başlayalım.
Gerçeklikle bağlarını çözen Don Quijote’un benimsediği yaşam ilkesi, bize ne söyler – söylemeli
diyelim ya da?
Cervantes’in yaşadığı yüzyıl, insanın dinsel bağımlılıklarından kurtulmaya ve klise öğretilerinin zayıflamaya başladığı bir dönem. Bu nedenle retorikçilerin söylemlerinde ve yazılı metinlerde yer alan ‘bağlılık’, ‘cesaret’ ve ‘güç’ gibi kavramların anlam içeriklerinde dikkat çekici değişmeler oluyor. Daha önceleri koşulsuz kabul edilen ve insanı tanrıya bağlayan düşüncenin, yaşamı anlamsızlaştıran bir yanının olduğu fark ediliyor. İnsanın pasifize olması, kadere inanması ve oluş hallerinin muğlaklaşması dönemin özellikleri arasında. İnsan/okur, kralların, azizlerin ya da gündelik yaşam üzerinde belirli bir ağırlığı olan şövalyelik kitaplarında yer alan söylemlerle kuşatıldığında, seçim yapması kısıtlanıyor haliyle. Cervantes, bu bağlamda, “kendi yargılarına özgürce varan, otoriteden kurtulmuş bir okur” düşleyerek (1) edebiyat tarihinde daha önce var olmayan bir olanağı yazıya aktarıyor.
Hatırlayalım. Cervantes’in kahramanı, zayıf olanın yanında olmak, zalimi cezalandırmak gibi özde bir güdülenmeyle sabah güneş doğmadan, niyetinden kimseye bahsetmeden, kimseye görünmeden, zırhını kuşanır, başında eğreti miğferiyle Rocinante’ye biner, elinde tuttuğu kalkan ve mızrağıyla kırlara çıkar. Bu figür, hepimizin aklına kazınan maceraperest Don Quijote’tur. Cervantes, bu yola çıkma anının, kahramanı tarafından nasıl anılmasını istediğini kitaba ekleyerek, anlatının içinde anlatıyı kendine döndürür ve romanın çok katmanlı yapısı hakkındaki ilk izleri okurla paylaşmaya başlar. Don Quijote, düşündüklerini gerçekleştirmek amacıyla daha fazla beklemenin bir eksiklik yarattığına ikna olduğunda ona hiç kimse engel olamayacak ve yola çıkacaktır. Serüven boyunca gösterdiği azimden, cesaretten ve aslında olmayan sevgiliye sadâkatten şaşmayacaktır. Don Quijote’un kendini adadığı bazı değerler, yol üstündeki maceralarında karşılaştığı diğer karakterler tarafından bir başarı hikâyesi olarak yorumlanmayacak, aksi, kendisiyle alay edilen, yapıp ettikleri değersizleştirilen, sözleri önemsizleştirilen, çoğu zaman dinlenmeyen, kaçık ve dahası apatik bir adamın yapıp ettikleri biçiminde yankılanacaktır.
Bir süreliğine birlikte eğlenilesi ve zaman geçirilesi Don Quijote, niyetini şövalyeliğin ödevlerinden çıkaran bir kahramandır oysa. Kahramanının niyetini tutkuya dönüştürmeyi başaran Cervantes, iki ciltlik kitabı ironiye yaslayarak döneminin popüler olan ve bu oranda yozlaşan değerlerini anımsatmayı amaçlamış gibidir.
Ayrıca Cervantes, Don Quijote’un içinde büyüttüğü tutkunun, -yine kahramanının iç sesinden aktarıldığı haliyle- ‘bir kahramanlık öyküsü’ olarak geleceğe aktarılması için, kurduğu hikâyelerin bir bölümünü okura teslim eder. Burada Cervantes’in okurdan beklentisi, belki de, Don Quijote’un sürüklendiği maceralarda -ister rahip, dük ya da düşes, ister yolcular, isterse gezici başka şövalyelerle karşılaşsın- tutumunda bir değişiklik olmamasının, niyetinden şaşmamasının ahlâki açıdan bir olgunlaşma göstergesi olduğunun anlaşılmasıdır.
Don Quijote, -şövalye olma isteğinin iliklerine kadar içine doğduğu ilk andan, her şeyden vazgeçişine kadar sürüklenmesi aralığında-, Sancho Panza ile birlikte, inandığı ve tek başına inşa ettiği değerler uğruna toplumda benimsenen ahlâki normlarla, dini kabullerle ve yaygın kabul gören ezberlerle mücadele eder. Don Quijote’un gerçeklik duygusundan kopuşunu ve şövalye olmayı bir yaşam ilkesi olarak benimsemesindeki ısrarını kitabın sonuna kadar takip ederiz.
Bir şövalye için âşık olmanın, “gökyüzündeki yıldızların olması kadar doğal olması”, Don Quijote’un gözünden Dulcinea’yı özlemle anmasını sıradanlaştırmıyor. Bu kitapta, insanın ölürken kendinden geçmiş bir halde dilinin ucunda bir ismin takılı kalışı, -var olmayışını sorun etmeden- bedeninin tüm detaylarını kurmuş bir maceraperestin zihninde şahlanıyor. Olmayanın olurluğunu ve hatta olduğunu gösteren Cervantes’in yazısı, günümüz edebiyatının bazı örneklerinin henüz potansiyeli açığa çıkmadan kullanımdan kaldırdığı -burun kıvırdığı diyelim- bir olanağı apaçık bir biçimde göstermeyi başarıyor.
Şu ifadeler, demeye çabaladığım şeyi duyurur sanırım –duyursun isterim.
“Onun, kaşları gökkuşağı, (…), boynu kaymaktaşından, göğsü mermerden, elleri fildişinden, teni kar kadar beyazdır. Namusunun yabancı bakışlardan sakladığı yerleri de, benim anladığım ve düşündüğüm kadarıyla, öyledir ki, ancak hayâl edilerek övülebilir ve kıyaslanamazlar . (2)”
Cervantes, ele aldığı bir olguyu parçalarına ayırmıyor; hikâyelerin özünü -dile pelesenk etmeden- saklıyor. Maceranın, tutkunun ve âşkın durduğu zemini sarsıp boşlukta salınmalarına izin vermiyor.
Cervantes, düşlediği insana/okura ulaşıyor sonuç olarak; dilin içinde, bilincin kuytu köşelerinde düşsel bir sevgili -bir evren- kuruyor.
Her bir okurla birlikte serüven, yenileniyor.
(1) Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, Çev: Roza Hakmen. 8. Baskı, YKY. “Sunuş”, Jale Parla, s: 11.
(2) Age., s: 114
Görsel: “Don Quijote ve Dulcinea”, Peter Draculic
Bu yazıda, edebi ve ahlâki mirasın taşıyıcısı olan Don Quijote’un hangi düşünsel sınırları zorladığını açmaya çalışacağım. Asıl, Cervantes’in “otoriteden kurtulan insanı/okuru” düşünmeye başlaması, aralarında Stendhal, Dostoyevski, Flaubert ve Mark Twain’in de olduğu ve yazma uğraşını okurlarıyla paylaşan yazarların kitaplarında yaşamaya devam etmesi, ondan kalan entelektüel mirasa saygı duyulmasına neden oluyor. Kaldı ki, Don Quijote’un etkisinin edebiyat alanıyla sınırlı kalmadığını, Nietzsche, Russell ve Foucault’un düşünsel evreninde kendine bir yer edindiğini de biliyoruz.
Şuraya dikkat çekerek başlayalım.
Gerçeklikle bağlarını çözen Don Quijote’un benimsediği yaşam ilkesi, bize ne söyler – söylemeli
diyelim ya da?
Cervantes’in yaşadığı yüzyıl, insanın dinsel bağımlılıklarından kurtulmaya ve klise öğretilerinin zayıflamaya başladığı bir dönem. Bu nedenle retorikçilerin söylemlerinde ve yazılı metinlerde yer alan ‘bağlılık’, ‘cesaret’ ve ‘güç’ gibi kavramların anlam içeriklerinde dikkat çekici değişmeler oluyor. Daha önceleri koşulsuz kabul edilen ve insanı tanrıya bağlayan düşüncenin, yaşamı anlamsızlaştıran bir yanının olduğu fark ediliyor. İnsanın pasifize olması, kadere inanması ve oluş hallerinin muğlaklaşması dönemin özellikleri arasında. İnsan/okur, kralların, azizlerin ya da gündelik yaşam üzerinde belirli bir ağırlığı olan şövalyelik kitaplarında yer alan söylemlerle kuşatıldığında, seçim yapması kısıtlanıyor haliyle. Cervantes, bu bağlamda, “kendi yargılarına özgürce varan, otoriteden kurtulmuş bir okur” düşleyerek (1) edebiyat tarihinde daha önce var olmayan bir olanağı yazıya aktarıyor.
Hatırlayalım. Cervantes’in kahramanı, zayıf olanın yanında olmak, zalimi cezalandırmak gibi özde bir güdülenmeyle sabah güneş doğmadan, niyetinden kimseye bahsetmeden, kimseye görünmeden, zırhını kuşanır, başında eğreti miğferiyle Rocinante’ye biner, elinde tuttuğu kalkan ve mızrağıyla kırlara çıkar. Bu figür, hepimizin aklına kazınan maceraperest Don Quijote’tur. Cervantes, bu yola çıkma anının, kahramanı tarafından nasıl anılmasını istediğini kitaba ekleyerek, anlatının içinde anlatıyı kendine döndürür ve romanın çok katmanlı yapısı hakkındaki ilk izleri okurla paylaşmaya başlar. Don Quijote, düşündüklerini gerçekleştirmek amacıyla daha fazla beklemenin bir eksiklik yarattığına ikna olduğunda ona hiç kimse engel olamayacak ve yola çıkacaktır. Serüven boyunca gösterdiği azimden, cesaretten ve aslında olmayan sevgiliye sadâkatten şaşmayacaktır. Don Quijote’un kendini adadığı bazı değerler, yol üstündeki maceralarında karşılaştığı diğer karakterler tarafından bir başarı hikâyesi olarak yorumlanmayacak, aksi, kendisiyle alay edilen, yapıp ettikleri değersizleştirilen, sözleri önemsizleştirilen, çoğu zaman dinlenmeyen, kaçık ve dahası apatik bir adamın yapıp ettikleri biçiminde yankılanacaktır.
Bir süreliğine birlikte eğlenilesi ve zaman geçirilesi Don Quijote, niyetini şövalyeliğin ödevlerinden çıkaran bir kahramandır oysa. Kahramanının niyetini tutkuya dönüştürmeyi başaran Cervantes, iki ciltlik kitabı ironiye yaslayarak döneminin popüler olan ve bu oranda yozlaşan değerlerini anımsatmayı amaçlamış gibidir.
Ayrıca Cervantes, Don Quijote’un içinde büyüttüğü tutkunun, -yine kahramanının iç sesinden aktarıldığı haliyle- ‘bir kahramanlık öyküsü’ olarak geleceğe aktarılması için, kurduğu hikâyelerin bir bölümünü okura teslim eder. Burada Cervantes’in okurdan beklentisi, belki de, Don Quijote’un sürüklendiği maceralarda -ister rahip, dük ya da düşes, ister yolcular, isterse gezici başka şövalyelerle karşılaşsın- tutumunda bir değişiklik olmamasının, niyetinden şaşmamasının ahlâki açıdan bir olgunlaşma göstergesi olduğunun anlaşılmasıdır.
Don Quijote, -şövalye olma isteğinin iliklerine kadar içine doğduğu ilk andan, her şeyden vazgeçişine kadar sürüklenmesi aralığında-, Sancho Panza ile birlikte, inandığı ve tek başına inşa ettiği değerler uğruna toplumda benimsenen ahlâki normlarla, dini kabullerle ve yaygın kabul gören ezberlerle mücadele eder. Don Quijote’un gerçeklik duygusundan kopuşunu ve şövalye olmayı bir yaşam ilkesi olarak benimsemesindeki ısrarını kitabın sonuna kadar takip ederiz.
Bir şövalye için âşık olmanın, “gökyüzündeki yıldızların olması kadar doğal olması”, Don Quijote’un gözünden Dulcinea’yı özlemle anmasını sıradanlaştırmıyor. Bu kitapta, insanın ölürken kendinden geçmiş bir halde dilinin ucunda bir ismin takılı kalışı, -var olmayışını sorun etmeden- bedeninin tüm detaylarını kurmuş bir maceraperestin zihninde şahlanıyor. Olmayanın olurluğunu ve hatta olduğunu gösteren Cervantes’in yazısı, günümüz edebiyatının bazı örneklerinin henüz potansiyeli açığa çıkmadan kullanımdan kaldırdığı -burun kıvırdığı diyelim- bir olanağı apaçık bir biçimde göstermeyi başarıyor.
Şu ifadeler, demeye çabaladığım şeyi duyurur sanırım –duyursun isterim.
“Onun, kaşları gökkuşağı, (…), boynu kaymaktaşından, göğsü mermerden, elleri fildişinden, teni kar kadar beyazdır. Namusunun yabancı bakışlardan sakladığı yerleri de, benim anladığım ve düşündüğüm kadarıyla, öyledir ki, ancak hayâl edilerek övülebilir ve kıyaslanamazlar . (2)”
Cervantes, ele aldığı bir olguyu parçalarına ayırmıyor; hikâyelerin özünü -dile pelesenk etmeden- saklıyor. Maceranın, tutkunun ve âşkın durduğu zemini sarsıp boşlukta salınmalarına izin vermiyor.
Cervantes, düşlediği insana/okura ulaşıyor sonuç olarak; dilin içinde, bilincin kuytu köşelerinde düşsel bir sevgili -bir evren- kuruyor.
Her bir okurla birlikte serüven, yenileniyor.
(1) Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, Çev: Roza Hakmen. 8. Baskı, YKY. “Sunuş”, Jale Parla, s: 11.
(2) Age., s: 114
Görsel: “Don Quijote ve Dulcinea”, Peter Draculic