Ütopyaya Kaçış (Şükrü KELEŞ)

Hemen her şeyin tuzaklardan ve yanılsamalardan ibaret olduğu anlaşıldığında yola çıkmak iyidir; zıvanadan çıkmış bir arzuyla yol almak… heyecanlıdır. Böylesi bir düş gücünün trajik ya da komik olması, edebiyat tarihinde Cervantes’in Don Quijote’u kadar ironik bir etki yaratmamıştır herhalde. Bu nedenle, çok az roman yapıtının resim, sinema, tiyatro, bale ve opera gibi sanatın pek çok dalında kendine yer edindiğine tanıklık etmişizdir.

Bu yazıda, edebi ve ahlâki mirasın taşıyıcısı olan Don Quijote’un hangi düşünsel sınırları zorladığını açmaya çalışacağım. Asıl, Cervantes’in “otoriteden kurtulan insanı/okuru” düşünmeye başlaması, aralarında Stendhal, Dostoyevski, Flaubert ve Mark Twain’in de olduğu ve yazma uğraşını okurlarıyla paylaşan yazarların kitaplarında yaşamaya devam etmesi, ondan kalan entelektüel mirasa saygı duyulmasına neden oluyor. Kaldı ki, Don Quijote’un etkisinin edebiyat alanıyla sınırlı kalmadığını, Nietzsche, Russell ve Foucault’un düşünsel evreninde kendine bir yer edindiğini de biliyoruz.

Şuraya dikkat çekerek başlayalım.

Gerçeklikle bağlarını çözen Don Quijote’un benimsediği yaşam ilkesi, bize ne söyler – söylemeli
diyelim ya da?

Cervantes’in yaşadığı yüzyıl, insanın dinsel bağımlılıklarından kurtulmaya ve klise öğretilerinin zayıflamaya başladığı bir dönem. Bu nedenle retorikçilerin söylemlerinde ve yazılı metinlerde yer alan ‘bağlılık’, ‘cesaret’ ve ‘güç’ gibi kavramların anlam içeriklerinde dikkat çekici değişmeler oluyor. Daha önceleri koşulsuz kabul edilen ve insanı tanrıya bağlayan düşüncenin, yaşamı anlamsızlaştıran bir yanının olduğu fark ediliyor. İnsanın pasifize olması, kadere inanması ve oluş hallerinin muğlaklaşması dönemin özellikleri arasında. İnsan/okur, kralların, azizlerin ya da gündelik yaşam üzerinde belirli bir ağırlığı olan şövalyelik kitaplarında yer alan söylemlerle kuşatıldığında, seçim yapması kısıtlanıyor haliyle. Cervantes, bu bağlamda, “kendi yargılarına özgürce varan, otoriteden kurtulmuş bir okur” düşleyerek (1) edebiyat tarihinde daha önce var olmayan bir olanağı yazıya aktarıyor.

Hatırlayalım. Cervantes’in kahramanı, zayıf olanın yanında olmak, zalimi cezalandırmak gibi özde bir güdülenmeyle sabah güneş doğmadan, niyetinden kimseye bahsetmeden, kimseye görünmeden, zırhını kuşanır, başında eğreti miğferiyle Rocinante’ye biner, elinde tuttuğu kalkan ve mızrağıyla kırlara çıkar. Bu figür, hepimizin aklına kazınan maceraperest Don Quijote’tur. Cervantes, bu yola çıkma anının, kahramanı tarafından nasıl anılmasını istediğini kitaba ekleyerek, anlatının içinde anlatıyı kendine döndürür ve romanın çok katmanlı yapısı hakkındaki ilk izleri okurla paylaşmaya başlar. Don Quijote, düşündüklerini gerçekleştirmek amacıyla daha fazla beklemenin bir eksiklik yarattığına ikna olduğunda ona hiç kimse engel olamayacak ve yola çıkacaktır. Serüven boyunca gösterdiği azimden, cesaretten ve aslında olmayan sevgiliye sadâkatten şaşmayacaktır. Don Quijote’un kendini adadığı bazı değerler, yol üstündeki maceralarında karşılaştığı diğer karakterler tarafından bir başarı hikâyesi olarak yorumlanmayacak, aksi, kendisiyle alay edilen, yapıp ettikleri değersizleştirilen, sözleri önemsizleştirilen, çoğu zaman dinlenmeyen, kaçık ve dahası apatik bir adamın yapıp ettikleri biçiminde yankılanacaktır.

Bir süreliğine birlikte eğlenilesi ve zaman geçirilesi Don Quijote, niyetini şövalyeliğin ödevlerinden çıkaran bir kahramandır oysa. Kahramanının niyetini tutkuya dönüştürmeyi başaran Cervantes, iki ciltlik kitabı ironiye yaslayarak döneminin popüler olan ve bu oranda yozlaşan değerlerini anımsatmayı amaçlamış gibidir.

Ayrıca Cervantes, Don Quijote’un içinde büyüttüğü tutkunun, -yine kahramanının iç sesinden aktarıldığı haliyle- ‘bir kahramanlık öyküsü’ olarak geleceğe aktarılması için, kurduğu hikâyelerin bir bölümünü okura teslim eder. Burada Cervantes’in okurdan beklentisi, belki de, Don Quijote’un sürüklendiği maceralarda -ister rahip, dük ya da düşes, ister yolcular, isterse gezici başka şövalyelerle karşılaşsın- tutumunda bir değişiklik olmamasının, niyetinden şaşmamasının ahlâki açıdan bir olgunlaşma göstergesi olduğunun anlaşılmasıdır.

Don Quijote, -şövalye olma isteğinin iliklerine kadar içine doğduğu ilk andan, her şeyden vazgeçişine kadar sürüklenmesi aralığında-, Sancho Panza ile birlikte, inandığı ve tek başına inşa ettiği değerler uğruna toplumda benimsenen ahlâki normlarla, dini kabullerle ve yaygın kabul gören ezberlerle mücadele eder. Don Quijote’un gerçeklik duygusundan kopuşunu ve şövalye olmayı bir yaşam ilkesi olarak benimsemesindeki ısrarını kitabın sonuna kadar takip ederiz.

Bir şövalye için âşık olmanın, “gökyüzündeki yıldızların olması kadar doğal olması”, Don Quijote’un gözünden Dulcinea’yı özlemle anmasını sıradanlaştırmıyor. Bu kitapta, insanın ölürken kendinden geçmiş bir halde dilinin ucunda bir ismin takılı kalışı, -var olmayışını sorun etmeden- bedeninin tüm detaylarını kurmuş bir maceraperestin zihninde şahlanıyor. Olmayanın olurluğunu ve hatta olduğunu gösteren Cervantes’in yazısı, günümüz edebiyatının bazı örneklerinin henüz potansiyeli açığa çıkmadan kullanımdan kaldırdığı -burun kıvırdığı diyelim- bir olanağı apaçık bir biçimde göstermeyi başarıyor.

Şu ifadeler, demeye çabaladığım şeyi duyurur sanırım –duyursun isterim.

 “Onun, kaşları gökkuşağı, (…), boynu kaymaktaşından, göğsü mermerden, elleri fildişinden, teni kar kadar beyazdır. Namusunun yabancı bakışlardan sakladığı yerleri de, benim anladığım ve düşündüğüm kadarıyla, öyledir ki, ancak hayâl edilerek övülebilir ve kıyaslanamazlar . (2)”

Cervantes, ele aldığı bir olguyu parçalarına ayırmıyor; hikâyelerin özünü -dile pelesenk etmeden- saklıyor. Maceranın, tutkunun ve âşkın durduğu zemini sarsıp boşlukta salınmalarına izin vermiyor.

Cervantes, düşlediği insana/okura ulaşıyor sonuç olarak; dilin içinde, bilincin kuytu köşelerinde düşsel bir sevgili -bir evren- kuruyor.

Her bir okurla birlikte serüven, yenileniyor.




(1) Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, Çev: Roza Hakmen. 8. Baskı, YKY. “Sunuş”, Jale Parla,  s: 11.  
(2) Age., s: 114






Görsel: “Don Quijote ve Dulcinea”, Peter Draculic

Modernitenin Kutsal Kitabı Olarak Don Quijote (Gökhan Yavuz DEMİR)

Hukukun Büyübozumu’nun yazarı Kasım Akbaş, doğum günün kutlu olsun!

Kadim dünyanın günbatımının nesneleri uzatan gölgesinde modern trajediyi yaratan Shakespeare, bütün bilinemezliğiyle bir başınadır. Modern dünyanın gündoğumunda gerçekliğin gözleri kamaştıran ışıltısında modern romanı icat eden Cervantes ise meyhanelerde her şeyini anlatan ihtiyar sarhoşlar kadar şarap sohbetlerinin en tanınan müdavimidir. Shakespeare zengin ve başarılı bir oyun yazarıdır; Cervantes ise ne şiirde ne de tiyatroda yeteneğinin karşılığını bulabilmiştir. Shakespeare’in dehası bütün eserleridir; Cervantes’in dehası ise sadece Don Quijote’dir. Shakespeare de Cervantes de 1605’te şaheserlerine imza atmışlardır: Kral Lear ve Don Quijote’nin ilk cildi –bugün 400. yaş gününü kutlayan ikinci cildi için daha on yıl beklemek gerekecektir. Shakespeare dünya denen gizemi oyunlarındaki karakter festivaliyle açığa çıkarırken; Cervantes, dünyanın aşikârlığında kendini saklayan gizi sadece iki karakterle, Don Quijote ve Sancho Panza ile gözler önüne sermiştir. İkisi de 23 Nisan 1616’da hayata veda eden edebiyatın bu iki büyük dehasından Shakespeare biz okurları için tam bir muamma ve meçhul iken, Cervantes malumdur. İşte okuyacağınız yazı, hiç eskimeyen gerçek bir “açık eser” olan Don Quijote ve onun hayatı herkesin malumu olan yazarı hakkındadır.

Miguel de Cervantes Saavedra 1547 yılında Madrid yakınlarındaki Alcalá de Henares’de fakir bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Hayatı da en az romanı kadar sürükleyici olan bu kabına sığmaz İspanyol, karşımıza ilk olarak bir yaralama davasının başrolünde çıkar. Kayıtlara göre 1569’da Cervantes hakkında bir yaralama iddiasıyla tutuklama kararı çıkartılır. Gıyabında verilen cezaya göre sağ eli kesilecek ve on yıl sürgünde kalacaktır. Ama Cervantes sağ elini kurtarmak için kaçacağı İtalya’da kaderin rüzgârında savrulurken bir süre sonra sol elini kaybedecektir. Kaçak ve sürgün olan bu serseri İspanyol, Papa V. Pius’un Osmanlıya karşı bir Haçlı seferi çağrısında bulunması üzerine toplanan İspanya ve Venedik donanmasına Roma’da katılır. 7 Ekim 1571’de Lepanto Körfezi’nde gerçekleşen İnebahtı Deniz Savaşı’na katılan Cervantes kahramanca çarpışır: iki kez göğsünden yaralanır ve bir top güllesiyle de sol elini kaybeder. Nisan 1572’ye kadar Messina’da hastanede tedavi gören Cervantes beş yıla yakın askerlik yaptıktan sonra, 1575’te İspanya’ya dönüş yolunda Osmanlı korsanlarına esir düşer ve beş sene de Cezayir’de köle olarak yaşar. Bu esnada defalarca kaçmaya çalışır. Nihayet 1580 yılında ailesi istenen fidyeyi toplamayı başarır ve Cezayir Valisi Hasan Paşa’nın kölesi olarak İstanbul’a gönderilmekte olduğu gemide Cervantes özgür olduğunu öğrenir. İspanya’da da hayat onun için hiç kolay olmayacaktır. İşsiz kalır, yazdıkları başarı kazanmaz, kısa süreli tutuklanmalar yaşar ve 1594’te vergi tahsildarı olur. 1597’de bazı vergi gelirlerini zimmetine geçirdiği iddiası ile yine hapse atılır. Burada Don Quijote’yi yazmaya başlar. Evinin önünde bıçaklanarak öldürülen bir adam yüzünden cinayete iştirak suçlamasıyla yine içeri alındığı ve paçayı zor kurtardığı 1605 yılında, yayınlandığı anda bir best-seller olan Don Quijote’nin ilk cildi yayınlanır. Roman muhtelif korsan baskıları yapılacak denli çok satsa da Cervantes’in ekonomik sorunlarına derman olmaz. Çünkü yayıncısıyla çok kötü bir sözleşme yapmıştır. Çok kısa sürede birçok dile tercüme edilen roman – meselâ 1612’de İngilizceye tercüme edilmiştir ve Shakespeare’in Don Quijote’yi okuduğu bilinir – maalesef yazarından başka herkese para kazandırmıştır. 1613’te yazdığı Örnek Alınacak Hikâyeler ve 1615’te yayınlanan Don Quijote’nin ikinci cildi yazarlığının en müstesna eserleridir.

Gözü kara, serseri, kaçak, sürgün, asker, silahşör, gazi, köle, devlet memuru, rüşvetçi, mahkûm, başarısız oyun yazarı ve modern romanın babası olmayı tek bir hayat hikâyesine sığdırmayı başarmış bu İspanyol’un biyografisini okumak bile çok keyifli bir tecrübedir. Bilhassa çok iyi bir Cervantist olan Jaime Manrique’in, İnebahtı’nın çolak gazisinin yaşanmış serüvenlerindeki boşlukları edebî muhayyilesiyle tamamladığı ve yazarımızın hayatından enfes bir entrika ve intikam romanı çıkarmayı başardığı Cervantes Sokağı bunun en güzel ispatıdır.

Rivayet odur ki bahçede kitap okurken kontrolsüz bir kahkaha nöbetine yenik düşen bir öğrenciyi sarayının balkonundan gören III. Felipe, “şu genç adam ya deli yahut da Don Quijote’yi okuyor” demiştir. Döneminin İspanyol toplumunu bütün erdemleri, çelişkileri, tuhaflıkları ve canlılığıyla bir metnin içine yerleştirdiği Don Quijote’de Cervantes, neredeyse altı yüz kadar şahsa yer vermiştir: asilzâdeler, burjuvalar, köylüler, din adamları, çobanlar, çerçiler, hırsızlar, devlet memurları, Çingeneler, orospular, Yahudiler, Mağribî Müslümanlar, berberler, komedyenler,Türk korsanları, maceraperestler; kısacası hemen her türlü meslekten ve toplum katmanından figürler geçit resmi yaparlar.

O devirde çok moda olan şövalye romanlarının müptelası olan Hidalgo Alonso Quijida’nın, bu romanları okuya okuya gerçeklikle bağını kaybetmesinin anlatıldığı ilk ciltte şövalye romanları tiye alınır. Fakat on yıl sonra yazacağı ikinci cilt, bu ilk cilt hakkında bir romandır ve ikinci ciltteki her karakter de ilk cildin okurudur. Her ne kadar daha 1613’te Örnek Alınacak Hikâyeler’in önsözünde Cervantes Don Quijote’nin devamını yazacağını müjdelese de, on yıl sonra bu ikinci cildin yazılmasının sebebi 1614 yılında – bugün de kim olduğu bilinmeyen – Alonso Fernández de Avellaneda imzalı sahte bir Don Quijote’nin yayınlanmasıdır. Bu sahtekâr yazar, bu sahte Don Quijote’de Cervantes’e ileri geri sataşmalarda bulunur. Bizim serseri tabiatlı Cervantes’imiz buna çok içerler ve bir daha devamı yazılamasın diye Don Quijote’yi sonunda öldüreceği hakiki ve esaslı ikinci cildi yayınlar. İlk ciltte modern dünyada şövalyeliğin bir delilik olduğunu anlatan Cervantes, şimdi şövalyeliğe layık olmayan modern dünya ile alay etmektedir.

Modernitenin temel karakteristiklerini romanına bir sosyolog ciddiyetiyle nakşeden Cervantes, bir delinin komedyasını değil, aşırı rasyonaliteden muztarip modern dünyada ideallerinin peşinden koşan bir kahramanın trajedisini yazmıştır. İkinci cildin sonunda Don Quijote yakın dostları berber ile papaza ölüm döşeğinde deli olduğunu, romanların hayal dünyasına inandığı için pişman olduğunu itiraf edip günah çıkarırken, tutku ve delilik, akıl karşısında artık ebedî mağluba dönüşür. Bilinç ve delilik, bir arada asla bulunamayacağı için, deliliği karşısında bir mesafe edinen ve bilinç geliştiren Don Quijote ölmeye mahkûmdur. Don Quijote’nin ölümü, Apollon karşısında Dionysos’un mağlubiyetini sembolize eder.

İnsanlar belki de Don Quijote’yi okuyanlar ve okumayanlar diye; okuyanlar ise kendi aralarında ilk cilde veya ikinci cilde müptela olanlar diye ikiye ayrılabilir. Don Quijote’nin okurları hakkında bir meta-roman olan ikinci cilde aşık bir Don Quijote okuru olarak; Don Quijote’nin İspanya’nın İncil’i olduğuna inanan Unamuno gibi ben de bu modern hayatın kutsal kitabını saygıyla selamlıyorum: “Tanrımız Don Quijote!”







Cervantes’in Eşikteki Karakterleri (Murat ÖZBEK)

Karar anı, eylemde bulunacak kişi için bir eşiktir. Bu eşikte geçişi risk alıp alamama durumunun verdiği huzursuzlukla beraber bu huzursuzluğun tetiklediği tedirginlik belirler. Eşikteki geçiş toplumsal normlar dâhilinde onurlu bir davranış olarak karşılanacak olsa bile tedirginlik ve huzursuzluk bu geçişi erteleyebilir veya tamamen ortadan kaldırabilir. Eşiği geçmek, geçiş anında risk barındırır. Daha net bir ifade kullanırsam, asıl belirleyenin “risk” olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Çoğu zaman söz konusu olan risk, kişiyi ya eşikte sallandırır ya geri adım attırıp geçmişin içinde eritir.

Miguel De Cervantes Saavedre’in Örnek Alınacak Hikâyeler ismiyle Kırmızı Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan öyküleri yoğun bir şekilde “karar anı” temaları ile belirlenir. Elbette hayatın her alanında karar verme anıyla karşılaşırız, fakat Cervantes’in öykülerinde –yazarın ifadesiyle- kurt ve kuzunun karşılaşmasındaki karar anı dikkat çekicidir.

Eşik, Sınır Ve Geçiş

Bu yazıda söz konusu kitaptan “Rinconete ve Cortedıllo” isimli örnek hikâye üzerinden karar anında ortaya çıktığını iddia ettiğim zorlukları temellendireceğim. Öykü bir hırsızla kumarbazın karşılaşmasının ve hırsızla kumarbazın arkadaş olmalarının hikâyesini anlatır. Hikâyenin başlarında geçen tanışma faslında Rinconete doğduğu yeri şöyle tanımlar: “Ben, beyefendi, ünlü yolcuların birbiri ardına geçtikleri bir yer olmakla nam salmış olan Feunfridalıyım.” Feunfrida, İspanya’da kralın ve kraliyet mensuplarının çiftliklerine gitmek için geçmek zorunda oldukları Guadarrama Dağları üzerinde bir yerdir. Bu geçiş bir zorluğu barındırır ve bu zorluk göze alınması gereken bir zorluktur. Zorluğu ortaya çıkaran geçiş işlemindeki güzergahtır. Geçişin sözlükte birden fazla anlamı olduğunu ve bu anlamların tümünün de ilgi çekici olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikli anlamı “geçme işi” olarak tanımlanır. İkincisi “herhangi bir durumdaki değişme”, bir sonraki anlam ise müzikle ilgili olarak “bir tondan başka bir tona atlama” olarak belirlenir. “Geçme işi” fiili bir durumu anımsatsa da teorik bağını da gözden kaçırmamak gerekir. Bizim ilgimize hasıl olan da bu teorik bağdır. Üçüncü, dördüncü hatta beşinci anlamı ortaya çıkaran teorik bağ, meseleyi daha da karmaşıklaştırır. Zira eşikteki geçiş artık salt geçiş değildir. Eşiği açık bir sınıra dönüştüren bir hal alır.

İki arkadaş birbirlerine güvendikten sonra beraber iş yapmaya karar verirler. Ardından hem kumardan hem hırsızlıktan biraz para kazanırlar. Bulundukları şehirde birkaç badire atlattıktan sonra Sevilla’ya giden atlı bir konvoya katılırlar. Sevilla’ya geçişte gümrük kapısını kullanmak zorundadırlar. Bu sefer onları Sevilla’ya götürmek için yanlarına alan atlı konvoyu soymaya niyetlenirler ama bu konuda henüz bir karara varmış değillerdir. Fakat tam gümrük kapısına geldiklerinde geri dönüşü olmayan bir karar vermeleri gerekir. Sınır geçildikten sonra yolları ayrışacaktır ve ellerine geçmiş olan bu fırsatı tepmiş olacaklardır. Öte yandan onları sınırdan geçirerek yardımcı olmuş birilerini soymanın huzursuzluğu ortaya çıkmaktadır. En nihayetinde eşik bir sınırda ortaya çıkmıştır. Bir adımın, içeriyi dışarı, dışarıyı içeri yapmaya muktedir ettiği bir sınırdır burası.

Hırsız konvoydan birinin çantasını açar ve bir şeyler çalar. Kaçınılmaz olarak sınırda bir karar verilecektir ama bizi ilgilendiren şey karardan öte, karar anıdır. Daha ilginci eşiğin bir sınırda ortaya çıkmasıdır. Sınırdaki eşikte verilen karar, tekrarlanamazlığın ve tekrarlanamazlıktan dolayı kaçınılmazlığın zorluğunu, ortaya çıktığı “an” içindeki kabiliyetinden alır.

Bu türden “an”lar zalimlik, doğallık, şefkat, merhamet gibi imgeleri de beraberinde getirir. İmgeler öykünün başında verilir. Dahası öykü bu imgelerle şekillenir ve ardından kararlar verilir. Ne var ki bu şekillenme yazarın çizdiği hatta ilerlemez. Üstelik yazar böyle bir hat çizme gayretinde de değildir. Daha çok okuyucunun okuma biçimi yaklaşımları şekillendirir.

Geçiş, Doğa Ve İrade

Öyküdeki geçiş ve sınır vurgusu modern ya da post-modern dönemden daha ziyade Romantik dönem felsefesindeki mevcudiyet meselesi ile bağlantılı topos vurgusu üzerinden kurgulanmıştır. Özellikle Guadarrama dağı Rousseau metinlerindeki doğa tasvirlerini anımsatır. Rousseau’da olduğu gibi bu öyküde de doğa belirleyici rol oynar. Kişiyi eşikte karar vermeye zorlayan hep doğadaki engeller olmuştur. Kraliyet çiftliğine ulaşmak için Guadarrama Dağları geçilmelidir ya da atlı konvoydan bir şeyler çalmak için sınırdan geçmeden karar verilmelidir. Her iki durumda da kişinin iradesi yazar tarafından devre dışı bırakılmıştır. Her ne kadar karar veren öykünün karakteri olarak görülse de karar vermeye zorlayan şeyin ne olduğu bu yazıda konu edildiği gibi öykünün de şekillendiricisi olmuştur. Bunu söylememe imkân tanıyan şey ise karakterlerin karar vermek zorunda olmalarıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi karar anı ile karşılaşmak kaçınılmazdır ama bu “an” kendi kabiliyetini ortaya koyduğunda karar vermemek (kararsız kalmak değil, bilinçli olarak karar vermemek) bir seçenek dâhilinde olamıyorsa verilen karar kişinin iradesiyle verdiği bir karar değildir.

Sözün özü, Cervantes, öykülerinde vurucu bir dil biçiminden ziyade imgeleri ve kavramları bir yöntem olarak belirlemiyi tercih etmiştir. Öykülerdeki konular kompleks konular olarak seçilmemiştir, fakat bunun yerini detaylardaki belirlenimler almıştır. Dolayısıyla öyküler uzun tartışmalara mahal verecek biçim ve maksatla ilerler.


ÖRNEK ALINACAK HİKAYELER, Miguel De Cervantes Saavedre, Kırmızı Yayınları, 2010, İstanbul.






Cervantes Osmanlı Sarayında! (Merve TOKGÖZ)

La Gran Sultana, Cervantes’in Türkçeye Yüce Sultan adıyla çevrilmiş, komediyi ve ironiyi içerisinde barındıran tiyatro oyunudur. Oyun hem İstanbul’da geçmesi hem de Cervantes’in edebi dehasının bir ürünü olması hasebiyle oldukça önemliyken, eserin geç sayılabilecek bir tarihte (1995) Türkçeye çevrilmiş olması üzüntü verici. Bu üzüntüyü gideren gelişme ise, oyunun Devlet Tiyatroları’nda seyirci ile buluşmuş olmasıdır. Gerçi unutmadan hemen hatırlatmalı: 2010 yılında bu oyuna, Osmanlı’yı aşağıladığı gerekçesiyle Devlet Tiyatroları tarafından sansürleme girişiminde bulunulmuştu.

Tutsak Cervantes

Peki, Cervantes neden Osmanlı sarayını konu alan bir oyun yazmıştır? Kendisinin, Osmanlı ile ilgili bir oyun yazması tesadüfî değildir. Cervantes, Papa’nın Osmanlı’ya karşı haçlı seferi çağrısında bulunmasıyla İspanyol birliklerine gidip asker olarak yazılır. İnebahtı Deniz Savaşı’nda kolunu kaybeder. Savaşta yaralandıktan sonra İtalya’ya döner ve nekahet döneminden sonra birkaç deniz seferine daha katılır. Ne var ki kolu olmadığı için rütbesi bir türlü yükseltilmez ve Cervantes askerlikten çekilir. Böylece İtalya’dan İspanya’ya doğru harekete geçer ve içinde bulunduğu gemi Türk denizcileri tarafından ele geçirilir. Cervantes artık esir düşmüştür ve sonuç itibariyle beş yıllık tutsak hayatını Osmanlı’ya bağlı Cezayir’de geçirir. Osmanlı topraklarında geçirdiği bu beş yıl boyunca bir yanıyla tutsak hayatının zorluklarına karşı mücadele verir. Öte yandan da bu beş yıllık deneyim yazdığı eserler için kıymetli bir malzeme olmuştur.

Oyuna dönecek olursak; Yüce Sultan’da olaylar ekseriyetle Topkapı Sarayı’nda cereyan eder. Açılış sahnesi dışında, oyunda halkın esamesi pek okunmaz. Bu sahnede, yeniçeri eşliğinde Topkapı Sarayı’ndan Ayasofya’ya Cuma namazı kılmaya giden Osmanlı padişahını iki büklüm durup selamlayan ve bir yandan da fırsat bulabilirlerse dertlerini ifade etmeye çalışan bir halk görülür. Cervantes oyununu saray merkezli kurgulamıştır ve bu kurguda farklı millet ve dinden karakterlere de yer vermiştir. Padişahın âşık olduğu kadının İspanyol ve Hıristiyan olması, zaman zaman Yahudi karakterlerin görülmesi ya da Rum kılığına girmiş casusun oyunda yer alması buna örnek gösterilebilir.

“Hoşgörülü” Osmanlı

Yüce Sultan birbiri ile ilintili üç hikâyeden oluşur. Diğer ikisini sonuca bağlayan ve bu sebepten ötürü oyunun omurgasını oluşturan esas hikâye padişahın Catalina’ya olan büyük aşkıdır. Haremağası Rüstem onu yıllar boyu padişahtan saklamış ve korumuştur. Catalina bu sayede Hıristiyan öğretisinden ve İspanyol olmaktan kopmamış ve Türkleşmemiştir. Ne var ki diğer haremağası Mami’nin Rüstem’in sırrını padişaha ispiyonlaması ile genç kadın, padişahın huzuruna çıkarılır ve o an padişah güzel Catalina’ya âşık olur. O güzellik padişah için tanrısal bir mertebededir. Catalina’nın Türkleşmek istememesi ve Hıristiyanlığından taviz vermemesi dahi padişah için mühim değildir. İlginçtir ki padişah burada gösterdiği “hoşgörü”yü,  İran elçisine karşı pek göstermez. Barış sağlamak için gelen elçiyi, görüşmeler sırasında İspanya kralını övmesinden ötürü idam etmek ister paşalar ve fakat elçilik haklarından dolayı bu idam gerçekleşmez. Tüm bunlar yaşanırken padişah oldukça pasif durumdadır ve neredeyse hiç müdahil olmaz.

Cervantes’in oyunda “Osmanlı hoşgörüsünü” göklere çıkardığını söylemek yanlış olur. Zira diğer iki yan hikâyede de Cervantes köle ve cariyelere dikkat çeker. Oyunda her şeyi “hoşgören” bir saraydan çok, aldatılmaya ve kandırılmaya meyyal saray kurgulanmıştır. Söz konusu yan hikâyelerden birinde Madrigal isminde bir köle vardır ve yan hikâye bunun etrafında dönüp dolaşır. Ana hikâye açısından sonuç bağlamında hayati bir işleve sahip olmasa dahi Köle Madrigal ve şeyhülislam arasındaki diyaloglar dikkat çekicidir. Bir kölenin, bir din adamını anlattığı uyduruk hikâyelerle kandırıp üstüne korkutabiliyor olması oldukça gülünçtür. Köle Madrigal büyük günah sayılan zina suçundan böylece sıyrılabilmiştir. Cervantes şeyhülislama öyle bir rol biçmiştir ki dini gücü elinde bulunduran adam bu gücü hiçbir zaman kullanamamıştır; ne köleye cezasını verebilir ne de padişahın Müslüman ve Türk olmayan bir kadınla evlenmesine engel olabilir.
 
İspanyol Zaferi!

Clara ve Lamberto’nun aşklarının konu edildiği diğer yan hikâyede ise ana hikâyeye tutturuluş bakımından ilgi çekici bir son vardır. Clara sevdiği adam olan Lamberto’nun yanındayken Türkler tarafından kaçırılır ve sonunda cariye yapılıp saraya getirilir. Lamberto’nun da daha sonra aşkı için kadın kılığına girip cariye olduğunu görürüz. Haremdeki bu gizli birliktelik, padişahın hareminden Zelinda’yı  (Lamberto) beğenip erkek evlat vermesi için yanına çağırdığında ortaya çıkar. Kıyamet kopacak gibi olsa da kopmaz zira Lamberto tıpkı Köle Madrigal gibi bir hikâye uydurup hem hünkârı hem de şeyhülislamı kandırır. Küçüklüğünde kız iken erkeklerin kadınlardan daha güçlü olduğunu işitmesi üzerine cinsiyet değiştirmek istediğini ne var ki Hıristiyanlığın buna müsaade vermediğini, böylece Muhammed peygambere yalvarıp yakardığını, inatla dua ettiğini ve dualarının kabul edildiğini ve nihayetinde Muhammed peygamberin onu birdenbire erkeğe çevirdiğini şeyhülislam ve hünkâr karşısında aktaran Lamberto oldukça şanslıdır. Çünkü Köle Madrigal’in anlattığı uyduruk hikâyelere inanan bir şeyhülislamın buna inanmaması söz konusu olamaz. Sonuç olarak padişah da ikna olur. Catalina’nın padişahın ona verdiği her şeye hükmedebilme yetkisi sayesinde sevgililere bahşettiği özgürlük aynı zamanda siyasi bir kazanca da dönüşür. Lamberto, önce Catalina tarafından Sakız Adası’na paşa yapılır fakat padişahın isteği üzerine daha da stratejik bir ada olan Rodos’a paşa yapılır.

Oyunun sonunda Cervantes tüm İspanyol karakterleri kazanan ilan eder: Catalina, birisini paşa yapabilecek kudrete sahip olmuştur; Lamberto, sevgilisi Clara ile haremdeki gizli birlikteliklerinden ceza almak yerine siyasi otoritede yer edinir; Köle Madrigal idam cezası alacakken şeyhülislamı kandırmayı becerir ve oyunun sonunda İstanbul’dan kaçar; Catalina’yı arayan babası kızını bulur, köle olmaktan da kurtulur böylece. Ezcümle Cervantes Topkapı Sarayı’nda mutsuz hiçbir İspanyol bırakmamış, hepsini oyun sonunda bir şekilde mutlu etmiştir.

YÜCE SULTAN, Miguel de Cervantes Saavedra,  Çev.:Yıldız Ersoy Canpolat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008.



Lazarus’un İkinci Dirilişi (Deniz YAVUZ)

1554 yılında İspanya’da, Kilise’nin gazabından korunmak adına anonim olarak basılan Tormesli Lazarillo, Voltaire’nin Candide’i ile doruk noktasına erişen pikaresk roman  türünün ilk örneğidir. Döneminin yazın türlerine –bilhassa şövalye romanlarına- meydan okurcasına yazılmış olan ve bu sayede, şu sıralar neşredilişinin 400. yılında bulunduğumuz “ilk roman” Don Quijote’ye de yol açarak onu muştulayan bu kitabın çevirisi Ertuğrul Önalp ve Arzu Aydonat tarafından yapılmış.
  
Haylaz, işe yaramaz, hilekâr, serseri gibi anlamlara gelen picaro sözcüğü kitabımızın merkezinde bulunan ve maceralarını okuduğumuz Lazarillo’yu tanımladığından, bu sözcükten mülhem pikaresk kelimesi ise türü tanımlamak için kullanılmıştır.

İlk Antikahramanlar

Şövalye romanlarının yahut pastoral romanların tersine pikaresk romanların kahramanları alt sınıflardan gelen, dönemin “erdemli davranışlar”ına uygun davranışlar sergilemeyen karakterlerdir. Bu bağlamda, kavramsal olarak 20. yüzyılda edebiyat literatürüne girmiş antikahramanların da ilk örneklerini teşkil ederler. Şövalye romanlarının doğa üstü, süper güçlerle donatılmış, soylu şövalyelerine karşı Lazarillo’nun kırılganlığı ve serseriliği bize Don Quijote’nin soylu hayalperestliğinin karşısına acımasız gerçekçiliğiyle dikilen Sancho Panza’yı çağrıştırır.

Roman Lazarillo’nun babasını kaybetmesi ve annesinin, düştükleri bu durumda aileyi geçindirme çabası ile başlar. Lazarillo’nun yaşamını sürdürebilmek adına kurnazlaşnmaya başladığı yer de tam olarak burasıdır. Annesinin ilişki kurduğu “zenci adam”la ilgili, “çirkin suratından ötürü ondan korkuyordum” dese de, “o kara adamın ziyaretleri sayesinde” geçinebildiklerini anlayınca onu giderek sevmeye başlar. Bu adamın, çalıştığı yerdeki hırsızlıklarından kaynaklı tutuklanıp asılmasının ardından ise Lazarillo romanın kendisine dert edindiği meseleyi de açığa vuran şu soruyu sorar; “Bir papazın fakirlerden çaldıklarının yanında zavallı bir kölenin aşkı uğruna yaptığı hırsızlıkların lafı mı olur?”
   
Hem beyaz olmayan bir insanın gündelik yaşama bu şekilde konu edilmesi bakımından, hem de bir kadının çalışan, annelik yapan, birisinin eşi ya da sevgilisi olan bir kadın olarak aktarılması bakımından edebiyat açısından önemli yenilikler içeren bu bölümden sonra Lazarillo’nun kör bir dilencinin yanında yollara düşmesiyle başlayan serüvenlerine geçeriz.
   
Sefaletin Kibri

Bu serüvenlere konu olan efendilerden ikisi hariç -kör dilenci ve asilzade- tamamı kilise bağlantılıdır. Lazarillo’nun, “onda beni rahatsız eden tek şey aşırı kibirli oluşuydu” diyerek bahsettiği asilzadenin durumu, altına hücum edip Latin Amerika’da kibirli bir tahakküm kuran ama oradaki tahakkümünün ve kibrinin tersine kendi ülkesinde açlık, sefalet ve borç içinde olan İspanya’nın durumuyla paralellik gösterir. İspanya’nın bu vaziyetini kaldıkları ev üzerinden “öylesine kasvetli ve karanlık, öylesine sefil bir ev ki!” cümlesiyle asilzadenin ağzından aktaran Lazarillo, İspanya’nın durumu karşısındaki tavrını ise asilzade için söylediği “...sadece ona acıyordum. Öyle ki çoğu kez onun karnını doyurmak için ben aç kalıyordum.” diyerek özetleyecektir.

Nesnel Aklın İnşası

Asilzadeye karşı olan tutumundan farklı olarak Lazarillo, karşısına çıkan ve Katolik Kilisesi’ni simgeleyen tüm karakterlere nefretle yaklaşır. Bu efendilerinin hepsinin ortak özelliği, bulundukları konumdan beklenilenin tam tersi davranışlar sergilemeleri, cimrilikleri ve gaddarlıklarıdır. Ölçülü olmaktan ve az yemenin faziletlerinden bahseden bir efendisi için –bu efendi bir papazdır-, “sefil ruhlu adam düpedüz yalan söylüyordu; (...) bir yemeğe davet edildiğimizde tıpkı aç kurtlar gibi yiyor, bir meyhaneciden daha çok şarap içiyordu.” diyen Lazarillo’nun çözümün kaynağı olarak gösterdiği adres ise “umarım bir gün Tanrı, bana çektirdiğin acıları sana da çektirir.” diyerek işaret ettiği Tanrı’dır. Buradaki durum, Luka İncil’inde bahsi geçen yoksul Lazarus’u hatırlatır ki Lazarillo adı da buradan gelmektedir. Yoksul Lazarus ve ona kötü davranan zengin komşusu öldükten sonra, ölüler diyarında ıstırap çeken zengin adam, uzakta İbrahim’i ve onun yanındaki Lazarus’u görür. Kendisine acıması ve Lazarus vasıtasıyla kendisine bir damla su göndermesi için İbrahim’e yalvarır ve İbrahim tarafından işlediği günahların hatırlatılmasıyla nedamet getirir. Bu durum Lazarillo’nun zalim efendilerine inanç düzleminden yaptığı ciddi bir uyarıdır.

Lazarillo’nun Kilise’yi Tanrıya şikayet etme hali biraz da Yahudi’leri Tanrı’ya şikayet eden İsa’yı andırır. İsa’nın Yuhanna İncil’nde bahsi geçen ve en önemli mucizelerinden de biri olan ölüyü diriltme mucizesinde, diriltilen ölünün adı da Lazarus’tur. Kilise’nin köhnemiş yapısına karşı direnişin başladığı, aklın tekrar keşfedildiği ve nesnel aklın yeniden inşa edilmeye başlandığı bu zamanda  ortaya çıkan Tormesli Lazarillo, köhnemiş ve işlemez hale gelmiş Roma İmparatorluğu’na başkaldıran ve üzerindeki ölü toprağını atan köleleri, ayak takımını, “hiç kimse”leri simgeleyen Lazarus’a benzer.

Romanın sonuna geldiğimizde ise tüm söylediklerini, uyarılarını ve işaret ettiklerini boşa çıkaran, adeta hepsine ihanet eden bir Lazarillo ile karşı karşıya kalırız. Bir başrahipin yanına kapağı atan ve oradaki hizmetçilerden biriyle evlenen Lazarillo, durumunu korumak adına kendisini başrahiple aldatan karısını görmezden gelecek ve yerini korumak için gerekli her şeyi yapacaktır. Burada Lazarillo’nun söylemleri ve pratiği arasındaki çatışmanın, Don Quijote’de iki karakter arasında çok daha geniş bir çerçeve kazanması da “kaptım kamışı Lazarillo'nun elinden”, diyen Cervantes’in çok daha fazlasını kaptığını gösterir niteliktedir.

TORMESLİ LAZARİLLO, Anonim, Ertuğrul Önalp – Arzu Aydonat, Can Yayınları, 2015.


Delilik, Eşitlik ve Çağdaşlık (Bulut YAVUZ)

Papini'nin ünlü karakteri Gog'un deyişiyle "bir sıska deli ve bir şişko delinin dayak peşinde diyar diyar dolaşmaları"nın hikâyesi ya da Borges'in Don Quixote Yazarı Pierre Menard öyküsünde örtük olarak dile getirdiği şekliyle, tekrar yazıldığı anlarda tarihin yükünü en çok çeken hikayelerden biridir Don Quijote.

Bir ilk olarak işaretlenen bu romanda alacağım mesele ise; yazıldığı dönem, delilik ve belki de eşitliktir. Çünkü okuyanlar kadar okumayanların da aşina olduğu bir hikâyedir Don Quijote. Üzerine yazılmış onca şey de düşünülecek olunursa, bu coğrafya için yeni olduğunu umduğum bir öneri sunmaktan fazlası da mümkün değildir.

Çığırından Çıkmış Bir Zaman

Don Quijote yazıldığı zamanda, İspanya Seksen Yıl Savaşları'nın ateşkes dönemindeydi, ki bir de bu savaşın Otuz Yıl Savaşları ile birlikte devam ettiği düşünülürse dönemin ruhu bir miktar aydınlanacaktır. Seksen Yıl Savaşları, yeni bir zümrenin önünü açan en önemli savaşlardan birisidir. Hollanda'nın ortaya çıktığı bu savaş ve Kutsal Roma İmparatorluğu içinde Protestanlığı serbestleştiren Otuz Yıl Savaşları bir arada ele alındığında, o zamana kadar Amerika kıtasının yarısını elinde tutan ve Avrupa'nın da en güçlü devletlerinden olan bir devletin iki büyük yenilgisi vardır elimizde. Ayrıca Katolikliğin gözden düşmesi, Tanrı'nın yeryüzü temsilciliğinin de zayıfladığını gösterir bize. Hollanda'nın kurulması ise, hem soyluluğa vurulan büyük bir darbedir , hem de Descartes'a ev sahipliği yaparak bilimin yükselişine ön ayak olan bir uzam kurar. Hollanda görece olarak o dönem devletleri içinde en özgürlükçü yerdir. Erasmus'un diyarı olması da bunu kanıtlar niteliktedir.

Çığırından çıkmış bir zamandır bu, çünkü mevcut bütün değerlerin gözden düştüğü ve yeni bir değerin henüz dünyaya getirilmediği bir anın ortasıdır. Deliliğin bu kadar yükselmesi bu nedenle o kadar tesadüfi sayılmamalıdır.

Delilik

Cervantes şüphesiz kendi çağdaşları içinde deliliğikullanan tek yazar değildir. Hamletve Deliliğe Övgü gibi büyük eserlerde işlenmiş bir olgu olarak da düşünüldüğünde, bu meselenin bir tesadüfün arkasına saklanamayacak kadar hayatiolduğu görülür. Benim savım, Descartes gelip yöntemsel şüphecilikle sakinleştirene ve modern özneyi kurana kadar, bu deliliğin gerçeklikle bağ kurma ve bir tasarım oluşturabilme yetisinin  zayıf olduğu yönündedir.

Gerçekliği inşa etmek için toplum sözleşmesine benzer bir kökensel unutuşa ihtiyacımız vardır. Bütün insanların, güneşin evrenin merkezi olmasının ya da tam tersi bir şeyin peşinden giderek sağlam bir varsayımla evreni kurabilmeleri, daha sonra da bunu icat ettiklerini unutarak hakikat olarak ilan etmeleri gerekir. Tarih ise bunu yazarken, durumun evrimsel bir süreç olarak geliştiğini göz ardı etmek durumundadır burada. Örneğin Fransız Devrimi, bütün Fransa'nın bir araya gelerek yaptığı bir şey olarak canlanır kafamızda.Aslını bilsek bile yaşamın içerisinde durum birden öyle gelmeye başlar.Oysa devrim olduğunda bunu bütün Fransa'nın bildiğini ummak saflıktır, hele dönemi düşündüğümüz zaman. Bu bilimsel devrimler, dinsel devrimler ya da sanatsal devrimler için de böyledir. Sabah kalkınca birden değişeceğimizi umanlar yalnızca aydınlanmacılardır. Delilik bu anlamda, devrimsel bir krizin semptomudur, bir devrimi muştular yalnızca. Bir devrim de bir grup delinin, deliliğini bulaştırması olarak okunabilir. Bunun dışında bir delilik hali, üzerine konuşulamayacak bir imkansızlığa götürür, çünkü deli deli olarak kaldığı sürece iletişimimizin olamamasını bize şart koşar. Don Quijote ise Sancho Panza ile bir iletişim kurabildiği için, onu yeni bir şeyin habercisi saymamız mümkün olmaktadır.
 
Delilik ve Eşitlik

Yaşamı kuran bütün alanlarda, yeniyi dile getiren ilk kişi her zaman için yalnızdır ve yeni olarak açtığı alanın ya da eskiden varolan bir kategoriye eklediği yeniliğin sonucunda bir orji noktasına varır. Burada yeni, her şeyi birbiri ile eş kılan konunun otoritesini ya da kutsalını kirleten bir ilk günahtır.

Don Quijote yazıldığı dönemde, her alan böylesi bir "yeniler cenneti" durumundaydı. Dinsel alan yeni bir mezhep ile, sanat yeni türlerle, siyaset yeni bir sınıfla, bilim pek çok yeni keşifle allak bullak olmuştu.  Don Quijote'nin deliliği bu anlamda sonu gelmiş bir çağın içinden çıkan, artık başka bir dünyanın inşasına geçilmesinin çığlığıdır. Kitabın sonunda Don Quijote ölecekken evin hem dağılmış hem de mirasın sevinciyle dolu olması hatta kitapta erdemden nasibini almış neredeyse kimsenin olmaması, çağın artık yaşandığı çağ olmadığını gösteren bir şeydir.

Bunca çıkarcılık, bunca sefillik ve bunca kötülük tarafından ortaya çıkan Don Quijote'nin çığlığı(deliliği), sanki Descartes gelsin ve modern özneyi kursun diye çağırmaktadır. Çığırından çıkmış bir zamandaki dünyayı düzeltmek, eğer başka bir dünya kurulmazsa, ancak Hamlet ve Don Quijote gibi delilikleri ile hatırlanan karakterlere kalmaktadır çünkü.

Kendi zamanımızın da çığırından çıkmış olduğunu, hatta belki hiç başka türlü bir zamanın olmadığını düşünecek olursak, Don Quijote'nin  400. yılında, bu romanı yeniden okumak her zaman için çağdaş bir okuma olacaktır.


DON QUİJOTE, Miguel de Cervantes Saavedra, Çev.: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2012.


Korkularımızla Yüzleşmek (Elçin BİLGİN)

Daha önce Zor Kişiliklerle Yaşamak ve Kendine Saygı yapıtları dilimize çevrilen Psikiyatrist Christophe André yeni kitabıyla bütün insanlığı kuşatma altına alan “korku”yu ele alıyor. Korkunun atalarımızdan bize miras bırakıldığını yazan André genetik olarak gelenlerin yanında öğrenilen ve yaşanılanlardan kaynaklanan korkuları da ele alıyor. Korkuları, bütün miraslar gibi hayatta kalmamız için bir şans ve yaşam kalitemiz için bir ağırlık olarak değerlendiriyor. Kız ve erkek çocukların farklı biçimde yetiştirilmesinin de korku konusunda yansımalarının olduğuna dikkat çeken yazar, anne-kız, baba-oğul çatışmasına da değiniyor.

Korkudan korkmamak gerektiğini, onunla nasıl baş edilmesi gerektiğini gerçek olaylar ve kişilerden örnekler vererek kitabında sıralayan André korkunun tanımını şu şekilde yapıyor: “Korku alarm işareti gibi bir şeydir ve işlevi bütün alarm işaretleri gibi bizi bir tehlike konusunda uyarmak ve bu tehlikeye karşı en etkili biçimde mücadele etmemizi sağlamaktır. Mesele bu alarm işaretinin olabildiğince iyi ayarlanıp ayarlanmadığıdır... Korkmak hayatta kalmak için iyidir. Korkuyu uyarlamayı bilmek yaşam kalitesi ve zekâ için iyidir.”  

Fransa’nın en iyi korku ve fobi uzmanlarından biri olan Christophe André, kendi terapi seanslarından yola çıkarak korkunun biyolojik ve evrimsel yönünü gözler önüne seriyor. Yapıtı, fobileri, korkuları ve kaygıları beslendikleri kaynaklarla birlikte ele alarak tanımlayan, çözüm ve tedavi yolları sunan, korku mekanizmalarımızın bazen rayından çıkabileceğini ve böyle durumlarda duygusal beynimizin devreye gireceğini anlatan bir başvuru kitabı.

André’ye göre, hayatı korkularımıza dar etmememiz gerekir, aksi takdirde onlar bize hayatı dar ederler. Arenaya çıkmadan korkuyu alt etmek mümkün değildir. Korkulara egemen olmak için onlarla sık sık ve düzenli biçimde yüz yüze gelmek gerekir. Bu düşüncelerden yola çıkan yazar, korkularla savaşımda 10 önemli öneri sunuyor:“Korkularınıza itaat etmeyin, sizi korkutan şey hakkında gerçekten bilgi sahibi olun, korkmaktan korkmayın, dünya görüşünüzü değiştirin, korkularla kurallarına göre yüz yüze gelin, korkularınıza saygılı olun ve başkalarının da saygılı olmasını sağlayın, korkunuzu, hikâyesini ve işlevini düşünün, kendinize odaklanın, rahatlamayı ve derin düşüncelere dalmayı öğrenin, çabalarınızın süresini belirleyin.”

Korkmak, korkaklık yani cesaretsizlik midir? Bu çoğu zaman yanlış bir düşüncedir. Cesaret ancak korkunun ısırması sayesinde gösterilebilir... Çok korkmuş bütün bu insanlara saygı duyulması gerekir. Bu insanlar görünmeyen, içlerine çöreklenmiş bir iç düşmanla mücadele ediyorlar. Bu düşman onları her şeyden çok daha fazla korkutabiliyor, onlara kesinlikle hayal olan bir şeyi bilgi gibi kabul ettirebiliyorlar. Ayrıca bu kişiler karanlıkla savaşıyorlar. Bu düşmanı kendilerinden başka gören biri var mı? Kim hissediyor bu korkuyu? Bu durumda filozofların dediği gibi cesaret göstermek korkuya rağmen davranmaktır ve evet cesurdur bu insanlar. Bu cesaret gerçekten psikoterapinin lütuflarından biri olan bu anı yaşamalarını sağlar. Bu, gelişme kaydetmeye başladıklarını hissettikleri andır. Gerilemenin durduğu ve korku karşısında hareketsiz kaldıkları andır.

Sonra? Bu aşırı korkular bittiğinde? Bu noktada başka bir hikâye başlar çünkü korkulara karşı mücadele etmek aslında özgürlük için mücadele etmektir. Bu hareket ve yeniden fethedilen düşünce özgürlüğünün ne işe yarayacağını herkes kendisi bilir.

Birebir yaşanmış öykülerin, sorunların, açmazların yanında çözümler, çareler de sunuyor André. Rahatlama teknikleri ve meditasyonlar sanal dünyada etrafı kaplayan aldatmacaları el tersi ile itmeyi sağlıyor.

Akıcı bir roman, şiir okur gibi yazılan ve çevrilen yapıt korkuların kuşatmasını aşmayı, onlarla nasıl baş edileceğini ve onlarla nasıl yaşanacağını bir dost, arkadaşla sohbet ediyorcasına anlatıyor. Korkuyorum! ya da ben hiçbir şeyden korkmuyorum! diyenlere de çok şey anlatıyor bu yapıt.   

KORKUNUN PSİKOLOJİSİ, Christophe André, Çev.: Ekin Duru, Say, 2015.
 

Metaforlar Hayata Dairdir (Abdurrahman SAYGILI)

Metaforların yuvamız olduğundan bahseder Gökhan Yavuz Demir, George Lakoff ile Mark Johnson’ın Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil isimli kitaplarının tercümesine yazdığı önsözde. Novalis’in “bütün dönüşler yuvayadır”ından hareketle, yuvayı bir metafor, metaforu da yuvayla anlayarak bizi selamlar tercüme eden. Hayat dille varsa ve dil de hayatsa eğer, metaforlar ikisini birbirine eklemlendirendir. Dili, iki imparatorluğun -metaforların ve göstergelerin- imparatoru olarak bir kez ilan edince; anlamının içine mündemiç olanı görürüz karşımızda: metaforu. Böylece bizi bir yerden alıp götürür başka diyara bir Simurg misali. İşte o diyar da Simurg’un Bilgi Ağacı'ndaki yuvasından başka bir yer değildir. Bu yuva, tam da Gökhan Yavuz Demir’in dediği gibi bir keşiftir aynı zamanda: “[Ç]ünkü kelimenin tek başına daha önce taşıyamayacağı bir anlam boyutu keşfedilir [bu yuvada] ve böylece hem kelimenin hem de düşüncenin ufku genişler.”

Nasıl ki, bilgi ağacının yasak meyvesini yiyerek ilk günahı işlemiştir insan; nasıl ki, bu yüzdendir Aden’den kovulması; nasıl ki, yazgısı olmuştur ölüm; tüm bunların neticesinde hayat diye nefes alan bir şey de vardır artık ve sunmuştur ona içinde unutulmuş olanı, yani yaratmaya muktedir olanı. Lakoff ile Johnson’ın okuyucuya kattıkları bu olsa gerek: yaratma gücü ya da diğer adıyla metafor.
 Lakoff ile Johnson Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil’de yerleşik kalıplara meydan okumaktan imtina etmezler. Metaforlara ilişkin klasik anlayışı, bir geleneği karşılarına alırlar ve onu yıkarken yerine yeni olanı getirirler; yıkarlarken yaratırlar böylece. Bir nevi onun gündelik dilde üstünü örten örtüyü kaldırırlar. Aşkın metaforik özelliğini bize söylemekten geri durmazlar. Zira insana dair olan her şey metaforlarla gerçekleşir. Bu sebepledir ki, “biz insan, kimiz biz”i metaforlar hakikatinde anlamak için sayfaları çevirmek gerekir sadece.

“Dolu olup olmadığını anlamak için her şişeye parmağını sok, en emin yol budur, çünkü hiçbir şey dokunmanın yerini tutamaz” der Jonathan Swift Uşaklara Talimatlar'da. Lakoff ile Johnson’ın metaforlara yüklediği anlamın ne zarif bir ifadesi! Yazarların, Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil’i kapatırken “[m]etafor, faaliyetlerimizin dokunma kadar önemli ve vazgeçilmez bir unsurudur” demeleri hiç boşuna değil. Ne güzel bir metafor. Zira dokunma sadece bedenin değil, ruhun da hazzını sağlar. Bu kitap o yüzden bize dokunmayı taahhüt eder. Dolayısıyla, sadece linguistik ile ilgilenenlere dokunmak yerine, felsefe, politika, hukuk, din ile ilgilenenlere de dokunmayı amaçlar ve bunu da sağlar. Kitabın ilginç yanı bütün bu alanlar dışında gündelik hayatımızdaki iksirlere de odaklanmasıdır. Özellikle yazarların son sözlerinde (2003) evlilik üzerine kurdukları cümleler -bunu ilişki üzerinden de anlamak mümkün- metaforların gündelik hayatımıza ne kadar da dokunduğunu anlamak açısından manidardır: evliliğin eşlerden biri için cennet diğeri için ise bir ortaklık olarak görülmesi metaforik farklılık değil de nedir? Gelin bir de aşkı katalım buna.

Yazarlar, kitabın Tutarlı Tecrübe Yapılanması başlıklı on beşinci kısmında tutarlılığı nispeten basit tecrübe geştaltlardan karakterize ederlerken, son paragraflarda kompleks geştaltlardan dem vururlar; aşk gibi. Şeyh Galip’in “Ah min’el aşk, ve min’el garaib” yakarışını duyar gibi oluruz bu paragraflarda. Aşk çünkü, yazarların bize öğrettiği üzere, metaforik olarak yapıya kavuşan kavramların temsili misalidir. Aşk metaforik terimlerle yapıya kavuşur; o yüzdendir ki, AŞK BİR YOLCULUKTUR, AŞK BİR HASTALIKTIR, AŞK FİZİKSEL GÜÇTÜR, AŞK DELİLİKTİR, AŞK SAVAŞTIR” demektedirler bize koca koca puntolarla Lakoff ile Johnson.

Bu kitabın metaforlar hakkında galat-ı meşhur olmuş yanlışları yerle yeksan ettiğinin altını çizmek gerekir. Yazarlar, metaforik düşünceyi anlatan dört yanlışı ya da onların daha zarif ifadeleriyle önündeki dört büyük tarihi engeli kitaplarında tespit edip, bunları tarihsel düzlemdeki asli yerlerine tevdi ederler. Onlara göre, metaforların mekânı kelimeler değildir; metaforlar benzerlikte temellenmezler; bütün kavramların lafzı yoktur ve nihayet sonuncusu rasyonel düşünceyi beyinlerimiz ve bedenlerimizin doğası şekillendirebilir. İşte bunlar, kitabın metaforlara ilişkin yıktığı tabulardır. Zira metaforlar, kavramlardır; genellikle tecrübemiz içinde kesinleşen bağlantılarda temellenir ve benzerlikler doğurur; kavramlar metaforlarla anlaşılır ve muhakeme edilir. Sözün özü şudur ki, Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil daimi yanılgıları bize göstererek, onları bertaraf eder; bu yanılgıları bertaraf etmenin riskli olduğunu bile bile. Dolayısıyla, sevgili okur, cesur bir kitap okuyacaksın.

Kitaba ilişkin söyleyecek o kadar çok nokta, değinecek bir o kadar da başlık var ki! Lakin bunu ne ben başaracak kadar yetkinim ne de bunu başaracak alana sahibim. O yüzden, dar bir alanda kısa paslaşmalar yapabildiğim sadece. Fakat bir iki cümle de tercüme edene sakladım. Tercümede kuraldır; ne kadar sadık kalırsan o kadar çirkin bir metin kalır elinde. Gökhan Yavuz Demir, istese de sadık kalamazdı zaten, öyle de yapmış. Sanki metinle flört etmiş. Dil bilenler genellikle metinleri orijinalinden okumayı tercih ederler. Çoğu kez doğrusu da budur. Tercüme kişinin öznel birikimiyle sınırlıdır ne de olsa. Ancak bu genellemeleri bu kitap için bir kenara bırakın. Çünkü Gökhan Yavuz Demir gerek birikimi gerek metne dokunuşlarının narinliğiyle bu yargımızı yıkacak. Tercüme eden tercüme hakkında konuşurken Sherlock Holmes’a selam gönderme inceliğini gösterir. Şu halde, benim de Doktor Watson’a şapka çıkarmamı ve hatta kitabın son sayfalarına geldiğinde en az kitap kadar tercüme edeni de hatırlayacağı üzerine, hiç tarzım olmasa da, bir bahis tutuşmamı mazur görür umarım okuyucu.

Sevgili okur! Her kitap okuyucusunu bulur derler. Bu kitap seni bulursa inan ki pişman olmayacaksın. Neden mi? Metaforlar, tam da hayata dair; ıskalayıp anlamlandıramadığımız o hayatlarımıza…
METAFORLAR/HAYAT, ANLAM VE DİL, George Lakoff, Mark Johnson, Çev.: Gökhan Yavuz Demir, İthaki, 2015.

Eşitlik Peşinde Bir Dil: Feminist Tiyatro (Duygu KANKAYTSIN)

“Ben bir feministim…” cümlesiyle başlayan Feminist Tiyatro eşitsizliklerin daha da çoğaldığı çağımızda ve dünyada hem örgütleyici hem de kışkırtıcı güce sahip bir kitap. Bireyin toplumsal süreçlerde hem özne hem de nesne olduğu alanları işaret eden, kadını ve erkeği en iyi anlama yolunun feminizmden geçtiğini söyleyen Feminist Tiyatro, bununla da yetinmeyip hayatı anlamanın bir başka yolu olarak tiyatroyla feminizmi buluşturmakta.

Birçok sanat disiplini gibi tiyatro da anaakım içinden eril söylemin ve algının kontrolünde gelişmiştir. Bunun önemli işaretlerinden biri de bilindiği gibi kadın oyuncunun sahneye geç çıkmasıdır. Yahut çıktığında dahi kadının erkek gözüyle nesne konumunda sıfatlandırılması olayıdır. İşte bu sakat durum, eşitsizlik hayatın her alanında olduğu gibi tiyatroda da yaşanmakta. Kahramanlar erkek! Daha doğrusu kahraman olmaya ne gerek var? Bu durum bilgisi ve algısıyla bakılacak olduğunda, Mitos Boyut Yayınları’ndan yeni çıkmış olan Feminist Tiyatro, bu eşitsizliğe tanık olmanın ötesinde tiyatro kuramlarına yeni bir dil ve soluk getirmiştir.

Özlem Belkıs araştırmacı ve yazar olarak ‘alanı’ tiyatro üzerinden feminizmi okumakta. Tiyatro araştırmaları içerisinde feminizmin yeri, nasıl kullandığı gibi arkeolojik çalışmalarda bulunmaktadır. Bunu temsiliyet ilişkisi üzerinden kurgularken eril dili deşifre ederken erilliği ve şiddeti yeniden üretmemek anlamında imtina etmektedir.

Tiyatro tarihi açısından anaakım içinde eril algının ve söylemin ötesinde bir dille araştırmasını okura sunmuştur. Bunu ilk olarak feminist eleştiri başlığındaki bölümde yoğun sorularla ama ‘karşı dile’ düşmeden ‘cephe’ değil aynı yerde olmanın içinden bakarak tiyatro dünyasını eleştirmiştir. İkinci bölümde Batıda Feminist Tiyatro, üçüncü bölümde Türkiye’de Feminist Tiyatro ve son bölümde de kavramların ve yorumların analizi olarak örnekler üzerinden değerlendirmelerde bulunmuştur.

Batıda ve bizdeki tiyatro bölümlerinde, feminist teori üzerinden tiyatroda yapılan marjinal çalışmalar, sahneler, özel tiyatrolar, oyun yazarları, performans tiyatro, beden ve tiyatro ilişkisi vs. tarihsel bir düzlemle araştırılmış ve Belkıs tiyatro sanatının yüzleşmeci özelliğiyle kadın ve erkeğin cinsiyet rejimleri üzerinden de sahnede yüzleşmesini sağlamıştır. Belkıs’ın Feminist Tiyatro ile sorunsallaştırdığı yüzleşme algısı tiyatrodaki eşitsizliklerin bir kez daha düşünülmesi ve tartışılması açısından düşünce uçları oluşturmaktadır.

Özellikle önemsenmesi gereken son bölümde “Erkek Gözüyle: Kendisini Feda Eden Kadın: Iphıgeneia”, “Erkek Gözüyle:  Doğanın İzlerini Taşıyan Kadın: Tosca”, “Kadın Gözüyle: Kalıplara İlk İtiraz-Sevim Burak”, “Kadın Gözüyle: Ataerkil Her Şeye Tek Başına Kafa Tutmak: Zeynep Kaçar” başlıklı incelemeler bir heykeltıraş titizliğiyle çalışılmıştır. Büyük ozan Euripides’in antik karakteri olan Ifigenia bugün yeniden yorumlanmak üzere bir tiyatro eseri olmanın ötesinde bireye, kadına, erkeğe bakmanın başka bir yolunun mümkünlüğüyle Belkıs’ın yazısında okunmuştur.

Edebiyatımızın kıymetli isimlerinden Sevim Burak da, Belkıs’ın titiz çalışmasında gerek edebiyat metinleriyle (oyunları) gerekse yaşamıyla aynı potada eritilmiştir. Bizatihi yaşamını metinlerine dâhil eden, yaşamı ve metinleri birbirine geçmiş olan Sevim Burak’ı, Belkıs yalın bir dille ama kadın dünyası içerisinden çoğul bir sesle imlemiştir. Belkıs’ın seçtiği oyun ve başlıklar, araştırdığı kadın yazarlar onun düşünce dünyasının da izleridir.

Feminist teori ile tiyatroya, metinlere, oyunculara, sahneye bakmak kuşkusuz perdelerimizi aralayacak, yeni cümleler kurduracak ve Özlem Belkıs’ın kitap boyunca değindiği gibi başta yaşamımızda özelde sanatımızda ‘aydınlanmamızı’ sağlayacaktır. Çünkü daha baştan anaakım eril söyleminin ötesinde bir dille buluşmak direnç yaratacaktır. O bakımdan feminist teorinin tiyatroyla kesiştiği bu kitap sadece akademik, bilimsel çalışmalar yapan feminist incelemeciler için değil aynı zamanda eşitliğe inanan ve bunun mümkünlüğü için çaba harcayan her emekçi bireyin ilgisini çekecektir.


FEMİNİST TİYATRO, Özlem Belkıs, Mitos Boyut Yayınları, 2015.

Bisiklet ve Edebiyat Buluşması (Aydın İleri Söyleşi: Kadir İNCESU)

Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz'ün yaşamını "Eşekle Gelen Aydınlık" adıyla kitaplaştıran, kendisi de bir kütüphaneci olan Aydın İleri bu kez de farklı bir çalışmaya imza attı. İleri, farklı meslekten 72 ismin birbirinden güzel ve unutulmaz bisiklet öykülerini bir kitapta topladı.

Yaşamımın ilk 8 yılı Cankurtaran'da geçti. Ali Şevki Korkmaz öğretmenimin bana okuma yazmayı öğrettiği Cevri Kalfa İlkokulu'nun arka kapısının açıldığı Şadırvan Sokağının girişinde, bisiklet de kiralayan, bir bisiklet tamircisi vardı. Bisiklet kiralayanlar, ne yazık ki o çıkmaz sokağın dışına çıkamazdı. Yasaktı. O sokakta bir kaç kez üç tekerlekli bisiklet sürdüğümü hatırlıyorum, belki de annemden yalvar yakar aldığım bir kaç lirayla... Hiç bisikletim olmadı. Ailesini kıt kanaat geçindiren babamdan böyle bir isteğim de olamazdı zaten. Kendimi yerlere atmadım, ağlamadım, sızlamadım da bana bisiklet alsınlar diye... İmkânı olsa zaten babam bize bisiklet alır, diye düşünmüş de olabilirim. Fakat bisiklet sürenlere imrenerek baktığımızı da inkar edemem.

Aydın İleri'nin hazırladığı ve Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlanan "Bisiklet Öyküleri" adlı kitabı görünce ilk anda geldi bunlar aklıma... Çocukluğu bisiklet üzerinde geçen 72 ismin ilgiyle okuyacağınızı düşündüğüm bisiklet öyküleri yer alıyor kitapta... Tutkusunu oğlu Barış'a da aşılayan Aydın İleri ile Bisiklet Öyküleri üzerine söyleştik.

Aydın, ilk bisikletini anlatarak başla istersen?
İlk bisikletim 3-4 yaşlarda Gülsuyu Mahallesinde yaşadığımız gecekonduda sürdüğüm üç tekerlekli bisikletimdi. Çocuk bisikleti olmasına rağmen amca çocuklarından zor fırsat bulup sürüyordum. O gün ev içinde sürdüğüm uzunca salon kocaman bir bisiklet pisti gibi geliyordu bana.  Üç tekerlekli bisikletten sonra çoğu zaman başkalarından rica minnet bir tur versene diyerek sürdüğüm bisikletler var.

Böyle bir kitabı hazırlatacak kadar büyük bir tutku muydu sizin ki?

Çocukluğunun büyük bir bölümünü bisikletsiz geçiren biri için hem özlem hem tutkuydu benimkisi. Bisikletin bende önemli bir tutku olduğunu sevgili Aydan Çelik’in “Bi Tur Versene” kitabını okuduktan sonra keşfettim.  Hem tutku hem de yaşanılır bir dünya ve Türkiye için bir yazma zorunluluğu, görevi hissettim. Bisikletin çocukken sürülen bir eğlence oyun aracı olamadan öteye bir gerçekliği var. Bisikletli bir yaşam hem sağlık hem ekolojik olarak bir gereklilik. Hayatımızın bir parçası olana kadar bisiklet kültürü için hep birlikte çalışmalıyız. Dünyada bisikletin yaygın kullanımına baktığında biz halen başlangıç noktasındayız. Bu kitap bisikletin Türkiye’de yaşamsal bir kültür olması için minik bir adım.

Çocukluktan yetişkinliğe giden yolda, bisikletin insandaki çağrışımları nasıl bir değişim gösteriyor?
Çocuklukta bir eğlence ve oyun aracı olan bisikletler, bizler büyüdükçe farkındalıklarımız arttıkça bir ekolojik taşıt oluyor. Özgür olduğumuz, kendimizi dinlediğimiz, kolektif hareket ettiğimiz, tüketmeyen, sağlık veren bir ulaşım aracı. İş yaşamından zaman buldukça sürülen bisiklet bazen işe bile bisikletle gidilen-gelinen bir yaşam tarzına dönüşüyor. Çocukken yer eden algı yaşanılabilir bir dünya için bizi yönlendiriyor.

72 ismin yazdıkları öykülerde buluştukları ortak noktalar neler oldu?
Hemen hemen kitaba eser veren herkesin çocukluklarının ne kadar verimli ve keyifli geçtiğine şahit oluyoruz. Bazen hüzün, bazen mutluluk bazen kanayan bir diz, bazen bir yara kabuğu, bazen çalınmış bir bisiklet, çoğu kırmızı. Çocukluğa büyük bir özlem, zaman yolculuğu, haylazlık ve yaratıcılık öne çıkan otak paydalar.

Bu kitap neden önemli? Hayatında hiç bisiklet sürmemiş birileri olduğunu da unutmadan...
Kitap bisikletli ve bisikletsiz bütün çocuklara, yetişkinlere zamanda bir yolculuk. Bir zaman tüneli. Belki bir zaman bisikleti. Birbirinden değerli yazarların buluştuğu bu kitapta bisiklet ve edebiyat buluşması var. Pedalların edebiyatla dönmesi mutluluk verici. Her yaştan okura seslenen, bisikletin yaşamımızda bıraktığı derin izleri, bilinç altındaki özlemleri, yüzde beliren bir gülümsemeyi bize hatırlatan bir kitabın önemi bisikletin hayatın bir parçası olduğu “bisikletin hayat olduğu” mesajını yaymak. Bisikletin toplumsallaşmasına aracı olmasından önemli bir girişim. Kitapta yazan herkes rol model. Başarılı gazeteciler, televizyoncular, çocuk ve gençlik edebiyatı yazarları, kütüphaneciler, müzisyenler, tiyatro sanatçıları, STK temsilcileri, bisikletçiler ve bisiklet sevdalıları kendilerini, bisiklete olan özlemlerini ve sevdalarını yazdı. Bir farkındalık yaratmak, yaşanılır bir dünya için bir “çevreci bir yaşam aracı” olduğunu bir daha hatırlatma fırsatı.

Peki bisikletin edebiyattaki yeri nedir?
Bisiklet öyküye, romana, şiire ve özellikle çocuk edebiyatına yaygın olarak girmiş durumda. Hem dünyada hem de ülkemizde benzer bir ilişki. Pedalların döndüğü edebiyat sahneleri fazlaca var. Neredeyse yeni bir kitap konusu.

Dünya edebiyatında Wiliam Saroyan'ın bisiklet tutkusunu, Henry Miller'in ilk aşkının bisiklet olduğunu bilmeyen yoktur.

Bisiklet dendi mi sevgili yazar Bilgin Adalı’yı unutmamalı “Zaman Bisikleti” çocukların sevgilisi olan bir Türk Çocuk Yazını klasiğidir. Bisiklet ile hayal kurmayı harmanlayarak zamanda yolculuk yapan bir bisiklet yapmıştır. Ondan bisikletle ilgili çok anı dinledim hemen her kitabında özellikle “Kaledibi Sokağı”ında Antalya Kaledibi’nde çocukluğunun en güzel zamanları bisikletle geçtiğini yazıyor. Edebiyat ve bisiklet denince Bilgin Adalı’ya bir saygı duruşu yapmamak olmazdı.
Türk Edebiyatı’nda zamanda bir yolculuk yaparsak, Bisiklet Öyküleri kitabı yazarlarından, sevgili ağabeyim Sunay Akın kitap için yazdığı yazısında şöyle değiniyor; “Naziler Paris’i işgal ettiklerinde kentten kaçanlar arasında, Paris Radyosu’nun Türkçe yayınlar bölümünde spikerlik yapan ve bir yandan da okula devam eden bir genç şair de vardır. 1940 yılının 13 Haziran günü bir bisikletin sırtında pedal çevirerek uzaklaşan şair, Bordeaux’ya ulaşır on gün sonra. Bu arada, yolunun üstünde olan bir kentin, ayrılmasının hemen ardından Alman savaş uçakları tarafından bombalanışına tanık olan şair Cahit Sıtkı Tarancı’dır.”
...
Şiirimizde ise bisiklet için dizeler yazan ilk şair Tevfik Fikret’tir:
“Güzel, evet bu revişler, güzel bu cazibeler,
Güzel; fakat bu tehalük nedir, değilse eğer
Hayatı  birkaç adım fazla koşturup yormak?..”

...
1930 yılında, Son Posta gazetesinin çocuk sayfasında bir şiir yarışması düzenlendiğinin ilanı yer alır. Yarışmaya “Yıldız” imzasıyla katılan “Hastalık” adlı şiirin yayımlanması tartışmalara yol açan şair Nazım Hikmet’tir.
“Yatakta bir hasta var
Bu bisiklete binip bu yataktan uzaklaşmalı
 Eğer bisiklete binip bu yataktan uzaklaşırsa arkasından bağıranlar çok
Yedi kişi
Kaçma hastasın, uzaklaşma hastasın. Aldıran kim?
Ben kaçıyorum Yıldırımlar gibi Yıldırım”


BİSİKLET ÖYKÜLERİ, Haz.: Aydın İleri, Yitik Ülke Yayınları, 2015.

“Suriye’de bizi affedecek şehir kalmadı” (Fehim Taştekin ile Söyleşi:Serap ÇAKIR)

Gazeteci-yazar Fehim Taştekin’le Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal kitabını konuştuk.  Kafamızdaki Suriye algısını yıkan ve olayları objektif bir gözle aktarmadaki cesaretiyle ezber bozan bu kitapta kadim halkların bir arada yaşadığı güzelim ülkenin nasıl bu hale geldiğini ve kana boyandığını çok net göreceksiniz.

Ben Esad’ın Suriye’yi Alevi bir kimlikle yönettiğini sanıyordum ama bu fikrim şimdi alt üst oldu. Asıl etkili olan Baas’mış öyle mi?
Evet oradaki sorunun adı “Alevi azınlık rejim” değil “Baas rejimi”dir. Hem muhaliflerin, hem rejim tarafından insanların toplantılarında bulundum, onlarla özel görüşmelerimde edindiğim tecrübeler oldu. Mesela beni en çok etkileyen şeylerden bir tanesi Suriye’de sokakta herhangi birisine Sünni misin Alevi misin diye sorduğum zaman verdikleri tepkidir. Çok şiddetli bir şekilde “Ben Suriyeliyim” diyorlar. “Bu soruyu sorma” diyorlar. Ve “neden bu soruyu Türkler soruyor” diyorlar. Bu durumu Suriye içinde ve dışında defalarca yaşadım. Necef’te ünlü bir sanatçıyla bir araya geldim. Sorduğum zaman hemen yüzünü çevirdi, sonra geri döndü ve bana “bir daha bu soruyu bana sormayın” dedi.

Niye soruyoruz biz Alevi misin Sünni misin diye?

Soruyoruz çünkü bizim kendi ön kabullerimiz var. Özellikle AK Parti döneminde her şeyin başına eklemeye başladık. Şii başbakan bilmem kim, Alevi devlet başkanı bilmem kim. Bu mezhepçi okuma gazeteleri de etkilemeye başladı. Şöyle düşünelim: Suriye ya da Irak’tan herhangi birisi Sünni Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dediği zaman ne kadar tuhaf gelir bize öyle değil mi? Sünni Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel mesela. Ya da CHP’nin Alevi Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu… Bu tuhaf değil mi? Kışkırtıcı ve ayrıştırıcı bir söylem. Bu nedenle, siz bunu Suriye için de yapamazsınız.

Irak da aslında benzer bir süreçten geçti fakat dünyayı küresel çapta etkilemedi. Neden Suriye’deki bu savaş tüm dünyayı etkiledi? Bunun tek sebebi IŞİD olamaz herhalde.
Hayır değil. Uluslararası stratejik konumlanmada Suriye çok özel bir yerde duruyor. Suriye soğuk savaş döneminden beri Rusya’nın müttefiki. Yani bir eksen farklılığı var. 1979’dan beri İran’ın müttefiki. Bu da sorun. Üç, İsrail’le teknik olarak savaş halinde bir ülke. Golan işgal altında. Bu başlı başına Suriye’nin şeytanlaştırılması açısından yeterli. İkincisi Suriye’nin kendi iç dinamiklerinin Orta Doğu’da birçok yerde uzantıları var. Hem aşiretsel, hem mezhepsel, hem de dinsel olarak. Yani Hristiyanların Beyrut’la, Şiilerin hem Lübnan, Irak ve İran’la, Alevilerin hakeza Türkiye’deki Arap Alevileriyle etkileşimi var. Başka bir şey Suriye’deki Hristiyanlar. İlk olaylar patlak verdiğinde en çarpıcı slogan “Aleviler mezara, Ermeniler Beyrut’a” idi. Suriye’nin kendi kadim Hristiyan topluluklarının yanı sıra Osmanlı’dan sürülen Ermeniler ve Süryanilerin Suriye’de hayat bulması önemli.  Rojava’da birçok yerleşimin temeli bizim kovduğumuz insanlar tarafından atıldı. Buralara Türkiye üzerinden bir müdahale olduğu zaman eski hatıralar yani tarih yeniden canlanıyor. Keseb mesela. Keseb’e Türkiye üzerinden gruplar sokuldu. Ne oldu? 1915’i Ermeniler yeniden yaşadı. Büyük bir travma! 100 yıl sonra yeniden aynı şey. Yani o insanlar için tarih tekerrür ediyor ve biz bunu böyle görmüyoruz. Ezidiler için Şengal’de tarih yine tekerrür etti.

Sizin bir cümleniz var kitapta, çok dramatik ve çarpıcı: “Suriye’de bizi affedecek şehir kalmadı” diyorsunuz. Gerçekten Türkiye Suriye’nin bu hale gelmesinde bu kadar ciddi bir rol mü oynadı?
Sadece Suriye değil Irak da affetmeyecek. Bir kere militan akışının % 70-80’i Türkiye üzerinden gerçekleşti. Suudi Arabistan ve Katar’ın finanse ettiği, CIA ve MİT’in organize ettiği silah akışının çoğu Türkiye’den gerçekleşiyor. Ürdün de var ama Türkiye hattı çok daha kritik. Uçaklarla Ankara ve İstanbul’a inen uçakların yükü TIR’larla sınırdan geçirildi. Bu akış 2012’de başladı ve hala sürüyor. Türkiye’nin Mare hattını koruma ve tampon bölge oluşturma telaşı da bu akışın korunmasıyla ilgilidir.
 
“Türkmenlere veriyorum” diyor. Nereye gittiği belli mi mühimmatların?

Sadece Türkmenler değil hepsine verdi. Bunlar Hatay’daki operasyon odası üzerinden dağıtıldı. Kimi az aldı, kimi çok aldı ama Türkiye muhalifleri besleme konusunda ‘adil’ hareket etti. Nusra, Ahrar, Tevhid Tugayı, Türkmen Tugayları vs... Başlangıçta IŞİD adı yoktu ama sonradan bu örgüte katılanlar da Nusra çatısı altındaydı, onlar da bu akıştan nasiplendi. Sonradan ABD’nin müdahalesiyle bazı örgütlerin üzeri çizildi.
 
Suriye’de Türkiye’yi ciddi anlamda suçlayan bir kesim var öyle mi?

Suriye’nin medeniyet havzalarını yerle bir ettiler. En önemli sanayi tesislerini yağmaladılar. Bunlar Ortadoğu’nun en büyük tesisleriydi. Suudi Arabistan üretmez, Katar üretmez, Birleşik Arap Emirlikleri üretmez, Irak üretemez halde. Sanayisini kurmuş, üreten bir ülke vardı, Suriye! Ve bu tesisleri tırlarla taşıdılar Türkiye’ye. Cilvegözü’nden ve Öncüpınar sınır kapısından taşıyıp sattılar. Suriyeliler bunu affeder mi? Affetmez…
 
Suriye dediğim zaman sizi en çok üzen şey ne?
Suriye benim gözümde şöyle bir ülkeydi: Baskıcı rejime rağmen bizden kaçan Ermeniler ve Süryaniler orada hayat buldu. Bizden kaçan Kürtler ayrımcılığa maruz kaldı, yabancı ve kayıtsız diye vatandaşlıktan mahrum bırakıldı ama en azından orada katledilmediler.  Muhalif olanlar bir şekilde zulüm gördü bu doğru. Ama azınlıklar için Suriye korunaklı bir alandı. Farklı din ve mezhepler bir arada yaşıyordu. Lazkiye’de, Halep’te ve özellikle Humus’ta Sünni, Alevi, Şii, Hristiyan iç içe. Bu kültürü fena halde örselediler. Bu insanı sarsan bir şey. Suriye kentlerinin çok önemli toplumsal ve kültürel dokusu var. Bizim Hatay, Mardin gibi. Bakın selefi cihatçıların elinde bu bölgeler ne hale geldi. Bu insanın içini parçalayan bir şey.
 
Peki Suriye değince sizi en çok ne öfkelendiriyor?

Mesela dünyanın en rezil sistemine sahip bir Suudi Arabistan’ın kendi bölgesel ve uluslararası hesapları için bu ülkeye demokrasi götürme kervanında baş finansör olması insanın ağırına gidiyor. Katar da öyle… Beğenmeyebilirsiniz ama Suriye’de iyi kötü parlamento, seçim sistemi, yargı mekanizması var. Kadınlar bu ülkede bazı Avrupa ülkelerinden daha önce seçme ve seçilme hakkına kavuştu. Suriye kadınların gece saat ikiye üçe kadar sokaklarda tek başına dolaşabildiği bir ülkeydi. Bunları yok ettiler. Bizdeki gibi orada bir Ermeni ya da Kürt’ün aşağılandığını göremezsiniz. Burada bazı kesimlerde maalesef ‘Ermeni’ kelimesi bir hakaret, aşağılama sıfatı gibi kullanılıyor. Ama Suriye’de kimse bunu yapamaz. İşte bu ortak yaşam kültürünü ve ortak medeniyet havzasını hedef aldılar, benim en çok kahrolduğum şeylerden birisi budur.
SURİYE: YIKIL GİT, DİREN KAL, Fehim Taştekin, İletişim, 2015.

cakirserap@yahoo.com

Canlı Bir Anlatım: Yükşehir (Şenay EROĞLU AKSOY)

Özgür Çakır’ın ilk kitabı Yükşehir’de on iki öykü yer alıyor. Sıcak, canlı bir anlatımı var Çakır’ın. Sokağı, duyarsızlıklarla örülü gündelik yaşamın akışı içinde göre göre yabancılaştığımız insanlık hallerini, erkek olma durumunu, daha çok erkek öykü kahramanlarının gözünden anlatıyor. Yalın, bilindik olaylar sanki onu öykü kurmaya iten. Nahif bir yazıgözüyle yaşamdan toplanmış ayrıntılarla örülü öyküler, kırılma ânlarını ustalıkla yakalamayı başarıyor. “Tarihin öznesi salıncakta, kaldırımda, otobüs durağında, bazıları hafta sonları eylemde ve hafta içleri süpermarket indiriminde.” diyor örneğin. Bir cümlede, ironik bir anlatımla hiç de yabancısı olmadığımız durumları, yanı başımızda yaşayan sıkışmış insanları, bizi anlatıyor aslında. Kahramanların kimi eğitimli olmasına rağmen iş bulamamış nohut- pilav satan beyaz yakalı, kimi varoluş sıkıntısıyla içli kırılmalar yaşayan modern dünya yitikleri. Sayfalar arasında gezinirken ülkenin yakın güncel tarihini; Haydarpaşa Garı’nda çıkan yangını, Gölcük depremini anımsıyorsunuz. Yaşadığı ülkenin politik evreninden etkilenen, bu duruma kafa yoran bir yazar var karşımızda belli. Dünyalı olamasa, kendini hiçbir şeyin sahibi gibi görmese de haksızlık ve eşitsizlik karşısında sağlam reflekslere sahip bir kalp var sanki öykülerin arkasında.

Kitaptaki etkileyici öykülerden Artçı ‘da depremin ardından çadır kentte yaşayan bir boya ustasının hikâyesine ortak ediliyor okur. Karısı ve tek çocuğuyla yaşadığı çadır kentte, karlı bir mart ayazında, anlatıcının çadırdan çıkışıyla başlayan öykü, depremzedeler için buluşma noktası haline gelen kasaba kahvesinde sürüyor. Çakır’ın erkek kahramanları sert kabuklarının altında içli bir çocuk taşır gibiler. Bıçkın, gururlu ama iyilik dolular. İncelik yüklü kimi davranışları, kırılmaları ve sözleriyle yaşama bağlılıklarını alttan alta sezdiriyorlar sanki okura. Zira Artçı adlı öyküdeki kahraman çadır kentten kahveye kadar süren yolda, ağlar gibi havlayan bir yavru köpek sesi duyduğunda adımları giderek yavaşlıyor. Aklında bir yandan yarışta koşacak atların adlarını sıralar, içinde bulunduğu durumdan kendince çıkış yolları ararken, adı Beyaz olan yavru köpeğin öyküye girişiyle artık eskide kalmış, huzurlu günleri içi burkularak anımsıyor. Bu incelikli geçiş hikâyenin akışı içinde bilinçli bir tercih olmakla birlikte, kaleme yön veren yazarın bile derinlerinde saklı, sindirilmiş bir itkinin dışa vurumu sanki. Yalnızca öykü kahramanının değil yazarın da izini taşıyor bu onarıcı tercih desem abartmış olur muyum acaba? Öyküde yer alan karakterler arasında maddi durumu diğerlerinden daha iyi ama cimri olduğunu anladığımız yaşlı adamın kahvedeki yakınmalarına anında, sert cevap veren anlatıcı eski filmlerden kalma bir delikanlılık algısıyla çizilmiş sanki. Yavru köpeğe karşı şefkat doluyken, cimri adama karşı kızgın, tahammülsüz.  Artçı ’da boyacı ustası Rıza ve Tahsin’in iç içe geçmiş yaralayıcı hikâyesine ortak olurken bu hüzünlü öyküde az da olsa iyimser olmamızı sağlayan yavru köpek öykü boyunca okura eşlik ediyor. Aslına bakarsanız bir başka yerde duysanız klişe diyeceğiniz kimi olaylar etkileyici bir dizge ve içli bir anlatımla sarsıcı öykülere dönüşüyor. Çakır’ın elinde.

Yükşehir’de, erkek dünyasına özgü benzetmeler-içerisi asker koğuşu gibi kokuyor-Ali hedefine kitlenmiş sperm gibi…- erkeklik kültürüne özgü durumlar; iddia oyunları, futbol, at yarışı- öykülerin olağan bir parçasına dönüştürüyor. Yerli yerinde diyaloglar, anlatılmak istenen meseleleri daha da etkileyici kılarken, kitaptaki en zorlama öykü ayrıntısının Arife Günü adlı öyküdeki OSYDHOGY kısaltması olduğunu söylemeliyim. Etkili bir girişle başlayan öykü okurun ilgisini diri tutmak, öyküye derinlik katmak için atılan çengellerin bir kısmının -okur yok sayılarak- boşa çıkarılmasıyla etkileyiciliğini yitiriyor. Örneğin, öyküde yukarıda söz ettiğim kısaltmayla karşılaştığında hemen anlayıveriyor okur aynı ayrıntıyla tekrar karşılaşacağını. İlerleyen bölümlerde bu kısaltmanın öykü anlatıcısının satın aldığı CD’nin üzerinde de yazıyor olduğunun okura hatırlatılması yetmiyor bir de CD satıcısının “O değil albümün üzerindeki bu harfler hangi manaya geliyor onu kimse çözemedi” cümlesiyle iyiden iyiye okurun gözüne sokularak başta atılan çengel boşa çıkarılıyor.

Sel Yayınları’nın bastığı Yükşehir’in editörlüğünü Murat Uyurkulak ve Öykü Özçinik yapmış. Son dönemde büyük yayınevlerinin ilk kitabını yayınlayan öykücülere yer açması sevindirici. Dünyanın bir cinnetin eşiğinde dolanıp durduğu bu kötü günlerde, üzerimize masum insan ve çocuk cesetleri yağarken edebiyat umut etmenin, insanı anlamanın, yaşama sahip çıkma becerisini yitirmemenin alçak gönüllü bir yolu oluveriyor.  Şehirlerin hepimizin sırtında ağır bir yük olduğu modern dünyada Yükşehir iç burkan hikâyelerin arasına saçılmış içten insanlık halleri ve iyimserlik pırıltılarıyla okurun içine dokunmaya aday. Daha ilk kitapta bizi kendine bağlamayı başaran Özgür Çakır’ın yeni öykülerini sabırsızlıkla bekleyeceğiz.

YÜKŞEHİR, Özgür Çakır, Sel Yayınları, 2015

“Melankoli ülkesi”ne Nasıl Gidilir (Selin AVAZYAN)

Rumen yazar Mircea Cărtărescu’nun birinci cildi geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan eseri  Orbitor dünya romancılığına bir hayat öpücüğü olmuştu. Kaleminin yakın bir gelecekte Nobel ile taçlanması kuvvetle muhtemel bu heyecan verici yazarın dev eseri Orbitor, ikinci cildi ile yeni yılın ilk aylarında yine Ayrıntı Yayınları kanalıyla Türkçe okurlarıyla buluşacak .
Bu yıl “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak” temasıyla düzenlenecek İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğunun Romanya olması ve birçok ünlü Rumen yazarın ülkemize davet edilmiş olması, dikkatleri bu ülke edebiyatına ve özellikle Mircea Cărtărescu’ya çeviriyor...
 
Hayat ve ölümden ibaret kâğıt oyunu

Okurların Orbitor’un öncesinde yine Ayrıntı’nın yayımladığı Travesti adlı romanıyla tanıştığı Mircea Cărtărescu, “yalnızca iki figürden ibaret bir kâğıt oyununu sonsuza kadar oynarız; hayat, ölüm” derken hem sıkı bir şair olduğunu hatırlatıyor hem de nehir romanının “leitmotif”ini ele veriyor.
Ucu “anlatıcı yazara” kadar uzanan destansı romanda, asırlar önce yaşanmış bir göçün trajik hafızasını kuşaklar boyunca izliyoruz. Okudukça bir kuşak öncesinden hüzün ve acıyı tevarüs edinen Çingene kadınlar ve hayatın zorluklarıyla daha da sertleşen Çingene erkeklerle tanışıyoruz.
Kısacası kelebek misali kendi hayatlarını tamamlayıp sahneden çekilen Cărtărescuzedeler!  

Kelebeğin Sol Kanadı

Kelebeğin sol kanadına gelince... Bir taraftan, yazarın Kelebeğin Sol Kanadı’nı romanına alt başlık yapması hakkında tahminlerde bulunmak bir yandan da bu canlıya dair bilgilerimizi tazelemekte yarar var. Çünkü mesaj kelebek kanadının filigransı yüzeyinde.

Kelebeğin, ışık kaynağına ve dış etkenlere göre vaziyet alan incecik iki kanadında milimetrik ölçülerde aynı desenler bulunur. Üstelik göz şeklindeki desenler bir dış tehlike karşısında iki tarafta da aynı biçimde belirir.

Böylelikle yazar, hayat ve ölümü iki zarsı geçişken yüzey olarak düşünmemizi, kanatların göz kamaştırıcılığı ve renk cümbüşüne rağmen iki günlük beyhude bir kelebek ömrünü unutmamamızı istiyor.

Birbirinin içinde ölen bedenler

Ana rahmiyle bağlandığımız dünyada, hayat ve ölüm kartlarını bilinç kendini yutana, ten soğuyana kadar oynuyoruz.

Lakin bir yandan da doğumdan ölüme sayısız ömürler yaşadığımızı “Kendimi bir o kadarını tükettiğim önceki hayatlarımmış gibi değişik yaşlarda düşündüğümde, uzun ve kesintisiz bir ölüler dizisinden, birbirinin içinde ölen bedenlerden oluşan bir tünelden bahsediyor gibiyim” diyerek kakıyor başımıza.

İrili ufaklı enfes öykülerle kurduğu anlatısı boyunca bize, yani perişan ettiği okuruna, türlü oyunlar oynuyor; labirentsi tuzaklarda“Kim ne derse desin ben bugünü yakıyorum / Yeniden doğmak için çıkardığım yangından” dizelerini hatırlatarak, artçı sarsıntıları bitmeyecek depremini başlatıyor!..

Mesela ne mi yapıyor?..

Neredeyse tüm roman boyunca kendi beynine ve bizim beynimize parmaklarını daldırıyor ve narin organımızı hamur gibi yoğuruyor. Aldığı temel anatomi eğitimine sıkı sıkıya sarılmış bir nörolog edasıyla beynin bölümleri ve işlevlerini anlatısına yedirerek “nihil” ve “beyhude”yi bu anlatının orta yerine bir flama gibi dikerken, temel eğitimini unutmamış bir nörolog olarak soruyor;  “İçimizden neyi kurtarabiliriz? Ruhumuzu? Yıldız vücudumuzu? Bilincimizi? Basit bir tümör hepsini iptal ediyor, epileptik bir çekirdek hafızayı altüst ediyor!..”

Belki kahramanı Herman’a, Anca’nın saçlarını kazıtıp bütün kafasına, Gunter Grass’ın Teneke Trampet’indeki anne rahminden dünyaya gelmeyi yıllarca reddeden Oscar’ını hatırlatan esas oğlanı Mircea’nun suretini, “Bütün”ü ve hayatın yetmiş iki buçuk katmanını dövme ile nakşettirmesinin sebebi de bu.

Bizden, gözlerimizi kafa ve onun saklayıp koruduğu beynimizden ayırmamamızı, bütün meselenin ve hayat denen karmaşanın yine hayatın akışı içinde oradaki mikro yuvalarda, kıvrımlarda ve tümseklerde kah unutarak kah hatırlayarak geçip gittiğini anlatmak istiyor.
Zaten okudukça da kendi hayatına gönderme yapan Küçük Mircea, gözlerini diktiği odasındaki eşyalardan gözlerine yansıyan flulukta bir teselli arayan Mircea, eli hayalarında ergen Mircea,  inmeli Mircea, bazen bir Bükreş çamurunda kaybolmuş tırsak Mircea, yalnızlık acısı çeken Mircea, asansörün karanlığa yükselişinde Stephen King düşleri çıkarsayan Mircea, kalemi elinde yetişkin ve yorgun Mircea, hepimizi tükettiği ve öldürdüğü tüm hayatlarının karanlık ormanına sürüklüyor. Bunu öyle ustalıkla ve ama bir yandan da öyle zalimce yapıyor ki sıkıysa kapılıp gitme o melankoli ülkesine!

Roman tükenmiş miydi?

Nobel’e aday gösterilmiş, birkaç yıl içinde de Carlos Fuentes’e yapılanlar ona da reva görülmezse bu ödülü almasına kesin gözüyle bakılan Cărtărescu, “roman tükendi” diyenlere Orbitor ile “hayat mümkün oldukça roman da var olacaktır. İnsan dediğin zaten bir roman kahramanı değil midir” diyerek yüreğimize su serpiyor.

Mircea Cărtărescu romanı, bu isimler elbette kişinin okuma tercihleriyle farklılık gösterse bile benim açımdan kah Fuentes (Terra Nostra) ve Marquez (Yüzyıllık Yalnızlık) kah Kafka ve Beckett’i (bizatihi kendileri) hatırlatan edasıyla okuruna sağlam bir geleneğin zincirinde yer aldığının müjdesini veriyor.

Kendi yarattığı kahramanların dilinde de bir biçareler korosunun seslendirdiği baladın nakarat bölümünü ezberletiyor bize;

Sen, bazen çoğalsın bazen de sayılı şey çabuk biter hesabı tükensin diye yıllar... aylar... günler... saatler... dakikalar... saniyeler ve anlara böldüğün hayatın hepi topu bu kadardır!

Bütün bu anlattıklarımın sonunda diyeceğim şu ki, Orbitor’u, ikinci ve üçüncü kitaplar için sabırsızlanacağınız ucu açık destan gibi bir solukta okuyabilirsiniz. Ama, onca darbeden sonra melankolinin gayyasına savrulup sonunu getirebilir misiniz bilemem...

Ama böyle yaparsanız Ştefan cel Mare sokağında gelip geçenleri seyrederken size dönüp dudaklarında muzır bir gülümsemeyle “Böyle yapsanız da sizin hayatınız Orbitor’umu tamamlayacaktır nasılsa” diyecektir Kalemi Elinde Orta Yaşlı Mircea!

ORBİTOR, Mircea Cărtărescu, Çev:  Sunia İliaz Acmambet, Ayrıntı, 2014.


Efendisiz Toprak Aşkına (Zeynep Ceren EREN)

1900’lerin başları, Romanya kırsalı. Bir avuç zengin toprak ağasının zorbalığı altında sefaletten, yokluktan, açlıktan kırılan köylü yığınları, ırgatlar. Birbiri ardına ölen kadınlar, adamlar. Yaşlılar ve hastalar. Ama elbette en çok çocuklar. En kırılgan, en zayıf çiçekler. Bir tarafta zenginlik, ihtişam, modern ışıklar ve parlaklık dolu Bükreş hanedanlığı ve büyük toprak sahibi aristokrat sınıf Boyar’lar, yani ‘Efendiler’, diğer yanda hayvanlarıyla beraber ölen, bir tas mısır unu, iki tane patates bulamayan, bir kışla beraber nüfusunun çoğunu kaybeden köyler.

Romanya’da serfliğin çatırdadığı zamanlar, ama belli ki daha gücünü yitirmemiş. Efendilerin uçsuz bucaksız topraklarının ve ihtiyaçlarının önceliği hala ilk sırada, asıl bunlar karşılandıktan sonra kendi küçük toprağına dönen köle-köylüler çaresiz. Toprakları var olmasına var ama verimsiz, kurak. Eksen de kâr etmez. Mısırların boynu bükük, patatesler küçük. Kış gene zor geçecek, gene ölümcül.
‘Balkanların Gorki’si’ olarak adlandırılan Panait Istrati’nin kısacık romanı ‘Baragan’ın Dikenleri’, bu sefaleti, sefalet içindeki yığınları, yığınların öfkesini, hesaplaşmasını ve ödediği bedeli küçücük bir oğlan çocuğunun gözlerinden anlatıyor.

Istrati köylülerin savaşını tarif ediyor. Coğrafyayla çarpışan, bataklıkların, sert toprağın, nehir boylarının içinde karnını doyurmaya uğraşırken hep çok çalışan, ama asla emeğinin karşılığını alamayan yığınlardan bahsediyor: “Buna karşı başımız dertten kurtulmazdı, bu dünyada çok uğraşıp didinmeye değmezdi, çalışmak insanı hiçbir yere götürmez çünkü.” Tarımın, balıkçılığın koşullarının zorluğunun yanı sıra, feodal bağlardan ‘özgürleştikleri’ için pazarda devletle işbirliği yapmış tüccarlarla baş başa kalmış, bütün yılın emeğini yok pahasına satan köylülerin yoksulluğunu okuyoruz romanın sayfalarında.    

Bir sefaletten diğerine meylederek, daha iyi bir yaşam umuduyla sürekli hareket halinde olan köylüler görüyoruz. Tok yatmak umuduyla göç ederken parçalanan ailelere, kaybedilenlere tanık oluyoruz. Koca bir kırsal hayat kökünden sarsılıyor. Eski zamanlardan yenisine geçiş, açık ki kan ve terle gerçekleşiyor.

İşte bu noktada Baragan başlıyor. Baragan’ı birçok farklı şekilde düşünmemize olanak sağlayacak, güçlü bir anlatımı var Istrati’nin. Baragan’ı çoğaltıyor: Yeri geliyor Baragan acımasız bir coğrafi gerçeklik, uçsuz bucaksız, üzerinde sadece dikenler olan sert bir bozkıra tekabül ediyor. Öyle ki açlık ve susuzluk Baragan’ı geçip de başka bir hayat peşine düşenlerin yakasına yapışıyor: “Çünkü Baragan bir başına yaşar. Bir tek ağaç yoktur üstünde! Bir kuyudan öbürüne susuzluktan ölürsünüz. Sizi açlığa karşı korumak onun işi değildir.” diyor bize Istrati.

Onu aşmak istemenin, aşıp da daha iyi bir hayata varmak istemenin tehlikelerini ‘Baragan tarafından yutulmak’ diye tabir ediyor köylüler, tehlikeyi göze alıp yola çıkan ve bir daha haber alınamayan, “Baragan tarafından yutulan çocukların hüzünlü hikâyeleri dolaşıyor ağızdan ağıza: ‘Nereye gidiyorlardı? Neler geliyordu başlarına? Neler görüyorlardı? Kimisi bir daha eve dönmüyordu. Onların ‘yitip gittikleri’ söyleniyordu.”

Zor çünkü, zor Baragan’ı aşmak, çocuklar ünlü Krivatz rüzgarının soğuğuyla nefes nefese yuvarlanan dikenlerin peşi sıra koşuyorlar Baragan’ın topraklarında. Bir çember çevirirmiş gibi, bir çocukluk oyununa dalmış gibi koşuyorlar. Sanki çocukluk hala onlarınmış gibi. Hâlbuki değil.

Yeri geliyor Baragan, nam-ı diğer ‘Efendisiz Toprak’ en büyük değişimin, bu çaresiz hayatlarda yapılabilecek en büyük devrimin diğer adı oluyor. “Ben yalnızca düş kuruyordum, o kadar. Şu pis kokulu balık işine, çamurlu bataklıkların uyuşukluğuna, acıklı yazgılarını bana miras bırakacak gibi görünen anamla babama karşıydım ben. Yedikleri ekmek bile gaz kokan gezgin satıcılarınki de dâhil, bundan daha acıklı bir yazgı tanımıyordum; üstelik onlar bile günde bir kez ekmek yer, bizse ancak dört pazardan birinde ekmek yüzü görüyorduk.” Baragan, aynı zamanda umudun ve düşün de adı oluyor onu aşıp geçmek ve yeni bir hayata kavuşmak isteyenlerin gözünde. Bir yargıç, şapkacı ya da manifaturacı olabilmek! Bir ‘ırgat parçası’, köylüden başka bir şey olabilmek!   

Istrati’nin bu sadecik metninin gücü Romanya kırsalının, köylülüğün 1900lerin başındaki halet-i ruhiyesini incelikli ayrıntılarla anlatmasından geliyor. Metin iç içe geçmiş katmanlarla kendini açarken, toplumsal hayata dair bir zenginlikle karşılaşıyoruz. Romanya kırsalının ‘ünlü’ anti-Semitizmine, aynı tarafta yer almasına karşılık düşman olmuş ırgatlarla köylülerin savaşına, kadınlık durumlarına, kırdaki toplumsal cinsiyet rollerine ve en güzeli, mücadelenin kadın yüzüne tanıklık ediyoruz.

Ama metnin gücünü aldığı bir şey daha var. En temel insanlık kavgasını, haklılığımızı, en güzel hayalimizi anlattığı için böyle güçlü, bugüne dair hala bu kadar fazla şey söylediği için tazeliğini -maalesef ki- yitirmemiş bir metin. Baragan’ın çocukları, bugün memleketin kocaman bir Baragan’a dönüşmüş topraklarında mevsimlik tarım işçisi, bir uçtan diğerine yol kat ediyorlar. Memleketin çocukları hala sokaklarda evsiz, tarlada, sanayide işçi. Çocuklar savaştan kaçarken mülteci. Baragan deniz oluyor, sınır oluyor, atölye oluyor, yutuyor Suriyeli, Iraklı, Afganistanlı çocuklarımızı. Sade burada değil, en uzağımızdaki çocuklar bile hala Baragan’da, cesaret ve çaresizlikle çarpışıyorlar, Tanrı’ya uzak, Amerika’ya yakın şanssız Meksika’nın çocukları ‘Canavar’ adını verdikleri trenle kendi Baraganlarını aşmaya çalışıyorlar.*  Ya da Avrupa’nın duvarlarına çarpıyor çocuklar, biraz mısır ve patates için. Ölmemek, hayatta kalmak için. Tüm dünya Baragan’a kesmiş, çocuklar dikenlerin peşinde koşuyorlar.   

Çocukların dikenlerle buluşması boşuna değil Istrati’nin anlatısında. O çocuklarda cisimleşen inat, o yeni, tazecik güç, o mücadele bitirecek bu ‘eli kırbaçlı, zehirli’ dikenlerin soyunu. Efendisiz kılacağız bir gün bu toprakları, ve dünyanın bütün topraklarını. Yüz yıl önceden seslenen Istrati’ye selam olsun.    







(*)Son yıllarda Meksika’dan sınırı geçerek Amerika’da ailelerinin diğer bireylerine ya da yeni bir hayata kavuşmaya çalışan çocukların sayısında tüyleri ürperten bir artış yaşanıyor. Bu çocuklar, kilometrelerce uzunluğundaki bu yolu tek başlarına, ‘Canavar’ adını verdikleri trende resmi görevlilerden saklanarak ve hayatta kalmaya çalışarak yapıyorlar. Konuyla ilgili önemli bir belgesel için bakınız: http://www.imdb.com/title/tt0489342/ 


BARAGAN’IN DİKENLERİ, Panait Istrati, Çev.: Bertan Onaran, Türkiye İş Bankası, 2012.


Ölümden Kurtulan Yapıttır (Şamil YILMAZ)

Eugène Ionesco, Fransız avangart tiyatrosunun en büyük isimlerinden biri. Aynı zamanda da absürt ya da “uyumsuz” tiyatronun kurucu isimlerinden. Hatta, Ionesco olmasa, akımın kendisini birebir karşılayacak bir isim dahi olmayabilirdi elimizde. Buradan bakıldığında, absürt demek, biraz da Ionesco demek. Diğer isimler daha çok kısmi biçimsel eğilimler, sınırlı tema ortaklıklarıyla akıma dahil edilseler de, Ionesco, kendi başına bütün bir absürdü doğrulayacak güçte metinler çıkarmış ortaya. Aslen Romanya asıllı olan yazar, neredeyse bütün oyunlarını Fransızca yazmış. Baba Romen, anne ise ailesinde Romen ve Fransız kanının karıştığı bir melez. Yazarın çocukluğunun büyük bir bölümü Fransa’da geçiyor. Sonradan anne ve babası boşanınca babasıyla birlikte yeniden Romanya’ya dönüp eğitimine orada devam edecek. Aradaki tüm gidiş gelişlerin dökümünü yapmak anlamsız, şu kadarını bilmek yeterli galiba; bu gidiş gelişler, nihayetinde yazarın Fransa’ya yerleşme kararı almasıyla son bulacak. Fakat dünyanın ve varoşlun yabancılığı gibi meselelerde yazmış olan bir ismin, iki ülke arasında bir yabancı olarak sürekli salınışı bizim için önemli galiba.  Yazarın çocukluğuna ilişkin bir anısı da, hakkında yazmış olan araştırmacılar tarafından sıklıkla hatırlatılır; küçüktür, aydınlık bir günde yürümektedir. Sonra birden, muhtemelen güneş çarpması benzeri bir neden yüzünden, tuhaf bir deneyim yaşar. Işığın büyülü bir nitelik kazandığı, bedeninin ağırlıksızlaştığı, varlığının bir çeşit “hoşlukla” çevrelendiği benzersiz bir anın içine düşer. Her şey ‘normale’ döndüğünde ise çok geçtir.
     
Dünya, ‘gerçek dünya’, yaşadığı parlak deneyimle kıyaslanmadan var olamaz artık. Akışın, ışığın, varlık hafifliğinin yerini, gerçek dünyanın ağır, yozlaşmış gerçekliği alır. Her şeyin “anlamsız hareketlerle” kendini çoğalttığı, boğucu hale geldiği bir gerçekliktir bu.

Bütün bir absürt akımın iki dünya savaşı arasındaki boğucu atmosferden kaynaklığına dair tezleri muhakkak duymuşsunuzdur. Bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmayacağım.  Fakat sanatçıyı kendi kişisel tarihinden, ürettiği formun tarihiyle kurduğu özel ilişkiden soyutlayıp tüm gerekçelendirmeyi buradan yapmakta da hatalı bir taraf yok değil. Ionesco, kuşkusuz çağının çocuğuydu. Ve kuşkusuz, yazdığı her şeyde bu çağın damgası vardı. Fakat aynı zamanda, büyük bir sanatçıyla karşı karşıyaysak şayet, o çağı içererek aşan bir yanı da vardı. Olmalı. O yanı, bir yazarı gerçekten büyük bir yazar yapan o mayayı da, unutmamak lazım.  

“Kel Şarkıcı”, Ionesco’nun ilk oyunu. Karakterlerin klişelerle konuştuğu, insan diye tarif ettiğimiz şeyin grotesk kuklalara dönüştüğü, anlamın radikal bir biçimde aradan çekildiği netameli bir evrende geçer. Yazım süreci de en az oyunun kendisi kadar gariptir. Ionesco, dönemin yaygın tekniğiyle İngilizce öğrenmektir. Her cümlenin ve kelimenin sürekli tekrarlandığı, üst üste yazılarak ezberlendiği bir tekniktir söz konusu olan. Yazar, temrinlere dalmışken yaptığı işe bir an yabancılaşır; aslında bir dili baştan öğrenmemekte, aksine, haftanın kaç gün olduğu, tavanın yukarıda zeminin aşağıda olduğu gibi temel bilgileri, başka bir dilin gerçekliğinde yeniden keşfetmektedir. Bu tekil deneyim, Ionesco için bir anda insan dilinin genel işleyiş kalıplarıyla eşleşir. Ortaya çıkan metin, tiyatro tarihinin bence de en güzel metinlerinden biridir: “Kel Şarkıcı”. Oyun orta sınıftan bir çiftin salonunda geçer. Bay ve Bayan Smith, tıpkı İngilizce temrin kitabında olduğu gibi, kalıplarla iletişim kurmaya çalışan iki yaratıktır. O dünyayı inşa etmesi, sağlamlaştırması gereken dil, her cümlede biraz daha o dünyanın altını boşaltır. Gündelik hayatın ve dilin bayağılığı, varoluşun klişelere gömülmüş mekanik işleyişi, anlamın iptali ve radikal bir yabancılaşmanın tedirgin edici atmosferi hissedilir oyunda. Her şey hem çok tanıdık hem de çok yabancıdır. Gün içinde öylesine kullandığımız birçok dilsel kalıp, bir anda grotesk bir kâbusun ham maddesine dönüşüp çıkar karşımıza.

Ionesco, “Kel Şarkıcı”da, dilin işleyişine yerleşmiş olan ucuz mekânizmayı görünür kılarken, sadece gündelik hayatın dilsel iletişim malzemesini eleştirmez, aynı zamanda, özellikle 19. Yüzyıl gerçekçi tiyatro akımlarının sahneyi ve diyaloğu tanımlama biçimleriyle arasına büyük bir mesafe koyar. “Kel Şarkıcı”dan başlayarak sahne, Ionesco için, gündelik hayatı yeniden üreten bir mekân değildir artık. “Ders”, “Gergedanlar”, “Sandalyeler”, “Amedee”, “Gönüllü Katil”, “Kral Ölüyor”, “Macbett” ve benzeri oyunlarla birlikte, tiyatro sahnesi çok daha beklenmedik gerçeklik biçimlerinin imkânına açılır. Sahneyi bu biçimde hayal eden ilk Ionesco değildir kuşkusuz, fakat tiyatro tarihinde çok değerlendirilmemiş bir damarı yeniden hareketlendirdiğini, o damarı dönüştürerek kendi dünyasına kattığını da inkâr edemeyiz.

Ionesco, burleskten halk tiyatrosuna, kabarelerden Charlie Chaplin’e, Dada’dan Sürrealizme kadar birçok gelenekten beslendiği sanat yaşamının zeminine, ölümü ve insan-evladının ölümle –kuşkusuz sıkıntılı- ilişkisini koymuştur. Varoluşçu gelenekle paylaştığı temel benzerlik de buradadır işte. Ötesini bilmediğimiz bir duvar ya da sınır olarak ölüm düşüncesi, yazar için, dünya üzerindeki tüm kaygılarımızın merkezinde durur. Bu kaygıyla baş etmeye çalışır ve yine bu kaygıya yeniliriz. Ben her ne kadar düşüncesinin bu yönünden çok biçimsel atılımlarını önemsesem de, 28 Mart 1994 tarihinde aramızdan ayrılmış olan yazarın arkasında bıraktığı hafife alınmayacak külliyat, bu kaygıyla nasıl baş edebileceğimizin de ipuçlarını veriyor galiba.

Ölümden kurtulan, yazarın hayatının anlamını açık eden, yapıttır sonuçta…