Makedonyalı yönetmen Milco Mancevski’nin bundan on beş yıl kadar önce ülkemizde gösterilen “Yağmurdan Önce” filmi, yirminci yüzyılın büyük insanlık dramlarından biri olan Balkan İç Savaşını birbirinden bağımsız gibi gözüken üç ayrı öykü üzerinden anlatır. Bildik anlamda savaş görüntüleri filmde hemen hemen hiç yer almaz. Filmin sonuna doğru ayrı gibi gözüken üç öykünün birbiriyle ilişkili olduğunu, duyarsız suskunluğun, milliyetçi dinsel ayrımcı kayırmacılığın savaşı besleyen iklimin bizzat yaratıcısı olduğunu anlarız. Katil, maktulün tanıdığıdır aslında; araya giren zaman çocukluk günlerinin parıltılı göğünü kendisinden başkasına kapalı bir etnisite anlayışıyla karartmıştır. Karşı dağın yamaçlarında toplanan bulutların, ansızın ısırmaya başlayan sivrisineklerin işaret ettiği kaçınılmaz gerçekleşir. Yerde delik deşik yatan kuzenden sızan kanın üzerine düşen ilk yağmur damlalarıyla birlikte kara bulutlar, biraz ötedeki diğer köylere doğru hareketlenir. Yağmurdan sonra hayat, farklı milliyet ve inanışlardan insanların koşuşturduğu patikalar ve koyaklar artık eskisi gibi olmayacaktır.
Edip Yalçınkaya’nın Belge Yayınları’ndan geçtiğimiz günlerde çıkan “Mahzen” adlı romanı bize bir “yağmurdan önce” hikâyesi anlatıyor. Yalçınkaya, Kürdün “yağmurdan sonra”sının sonuçlarını en ağır biçimde yaşayanlardan biri, bir Kürt devrimcisi. 1992’den beri mahsus mahal denilen zindanlarda yatıyor. Hikâye, Edip Yalçınkaya’nın da doğum yeri olan Bitlis’in merkezde yer aldığı bir coğrafyada geçiyor. Bize iki ayrı Bitlis anlatıyor Yalçınkaya; biri ferah avluları, her bir taşı ince bir işçilikle örülmüş Ermenilerin Bitlisi, diğeri ise dinsel batıl inançların kuşatması altında ötekine karşı işlemiş olduğu “günah”ı hatırlayan Kürtlerin Bitlisi.
Yalçınkaya, iki ayrı Bitlis üzerinden söz konusu coğrafyanın künyesine kazınmış şizofreniyi, bölünmüşlüğün evvelini, bunun kültürel karşılıklarını abartıdan uzak bir sadelikle anlatıyor. Romanın iki ana karakteri var: Özgür ve Özlem; bir de “Lal” var, Özgür’ün vicdanının çağırdığı, Kürdün “ötekiler”le ilgili hafızasına “unutma, ben buradaydım, beni katlederlerken sen de buradaydın” diye seslenen Lal.
Lal, Osmanlının “millet-i sadıka” dediği Ermenileri temsil ediyor; suskun, biri onu görmez, ona yapılanları anlatmazsa mahşere kadar “Mahzen”de kalacak olanı.
Özgür, büyük kentte eğitim görüp memleketine dönmüş bir Kürt gencidir. Dağda yanan isyan ateşinin parıltısı geceleri köyün patikalarını aydınlatacak kadar gürleşmiştir ama kalp gözüyle baktığı yer kopkoyu bir karanlık içindedir. Onu başkalarının gözünde hastalıklı biri haline getiren karanlıktan kurtaracak yegane kişi Lal’dır. Lal konuştuğunda, Özgür, Lal’ı duyabildiğinde, yapılanların acısını yüreğinde hissedip ödeşmek için harekete geçtiğinde özgürleşebilecektir ancak.
Romanın diğer temel karakteri olan Özlem, babanın evde her şey olduğu erkek egemen dünyada yetişmiş, arkadaşları ve annesi gibi olmak istemeyen bir genç kızdır. Feodalitenin ve dinsel taassubun baskısı özgür düşünmeyi engellemektedir, arkadaşları içinde her gün intiharı düşünenler vardır. Hayattan tek isteği babası gibi kendisini dövmeyecek, ona sevgiyle davranacak bir eştir.
Olayların gelişimi içinde Özgür ve Özlem karşılaşırlar, severler birbirlerini ancak kavuşamazlar. Lal sese dönüşürken arka fonda ara ara gözüken “Dağ”ın çağrısına uyan çocukluk arkadaşlarının düzenlediği bir gösteriye katılan Özgür, gözaltında kaybedilir. Yalçınkaya, burada ilginç bir şey yapar, romanın kadın kahramanını “Dağ”a göndermez. Baştan beri anlattığı kadının çaresizliği, ezilmişliği ve kurtuluşlarını iyi bir eş bulma beklentisi üzerinden yaptıkları tarife göre davranır. Şaşırtıcı bir gerçekçilikle romanını sonlandırır: Çehov kuralı işler ve baştan beri orada, duvarda asılı duran “intihar tabancası” patlar.
Yağmur şiddetini artırmıştır. Köyler yakılmakta, alıp götürülenlerden bir daha haber alınamamaktadır. Kadınlar acımasız savaşın en aşağılık saldırılarına maruz kalmakta, toplu tecavüzler insanlığın utanç hanesine yazılmaktadır. Kürt, Ermeni, Arnavut, Boşnak kadınlarının görüntüleri birbirine karışmıştır. Kamera, çırılçıplak soyulmuş Ermeni kadın ve erkekleri kendi mezarlarını kazarken göstermektedir. Jandarma karakolunun hemen yanındaki arsada yapılan kazı sırasında, topluca öldürülmüş izlenimi veren sayısız iskeletle karşılaşınca işe ara verilir. Kendi kayıplarını arayan binlerce Kürt, heyecanla yapılacak DNA analizini beklemektedir. Lal, oradadır! Yanı başında toprağa yanlamasına uzanmış Zamira durmaktadır. Gözleri yaşayamadığı gençliğine çakılıdır. Üstü örtülen katliamlar, kıyımlar, diri diri gömülen hayatlar genç kızın yaptığı sus işaretiyle anlam kazanır. Gündelik yaşamın her türlü eşitsizlikten beslenen şiddeti Arnavut kızı Zamira, Ermeni kızı Lal ve Kürt kızı Özlem’i aynı kare içinde buluşturur.
Yalçınkaya bizi kocaman, devasa bir sus işaretinin çengelinde asılı bırakıyor. Başka bir Mem u Zin hikâyesi anlattığı. Korkularımızla, yüzleşmekten kaçtığımız günahlarımızla örülü evrensel bir hikâye bu; âşıkların öldükten sonra da kavuşmasını engelleyen karaçalıların günlük hayat içindeki sayısız ayrımcılıktan güç alarak nasıl dallanıp budaklandıklarını anlatan bir hikâye, arafta asılı kalanların hikâyesi.
0 yorum:
Yorum Gönder