Devletten Alevilere: Ama Sizin Adınız Ne? Benim Dengemi Bozmayınız. (Selbin YILMAZ)

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarından Pınar Ecevitoğlu ve Ayhan Yalçınkaya’nın birlikte kaleme aldığı ‘Aleviler Artık Burada Oturmuyor’, Dipnot Yayınevi aracılığıyla, Haziran ayının başında raflardaki yerini aldı. Bu isme aşina olanlar olabileceğinden, şu küçük teknik bilgiyi hatırlatmakta fayda var. Bu başlıkla, 2011 yılında Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı aracılığıyla, yine aynı isimler tarafından ‘Alevi Çalıştayları Nihai Raporu Üstüne Bir Değerlendirme’ kaleme alınmıştı. Bilindiği gibi, çeşitli ‘açılım’ süreçlerinde, bir ‘Alevi açılımı’ da iktidar tarafından uygulamaya konulmuştu ve düzenlenen Alevi Çalıştayları sonucunda bir ‘Nihai Rapor’ çıkıvermişti ortaya; sanki böylesine politik bir meselenin bir nihayeti olabilirmiş gibi. Kitap, tümüyle sanki bir teknisyen edasıyla bir raportör tarafından yazılan bu rapora eleştiri ve cevap niteliğinde olmakla birlikte, aslında her anlamıyla ele aldığı –siyasal, sosyolojik ve kültürel- incelikli bir Alevi sorunu tartışması yürütüyor. Bir yandan da uyarıyor: Açılırken dikkat etmekte fayda var!

Kitabın en muazzam tarafı ise, raflarda birkaç kategoriye koymak mümkünken –siyaset, sosyoloji, yeni çıkanlar, çok satanlar- aslında bir hikâyeyi anlatıyor oluşu: Alevilerin hikâyesini. Danimarkalı yazar Isak Dinesen’in de dediği gibi, “Hikâye haline getirildiklerinde ya da haklarında bir hikâye anlatıldığında bütün dertler katlanılır olur.” Burada altını çizmek istediğim nokta, bütün bir siyasal meseleyi bir dert, bir acı üzerinden okumak değil –ki bu da Aleviler örneğinde gayet meşrudur- bir hikâye anlatıcısının bir gerçekliği anlatıyor oluşudur. Dinesen’in bizi çağırdığı şeye bakın ve dolayısıyla bu kitabın da: “Hikayeden sonra görmek ve gözden geçirmek gibi bir ayrıcalığımız olacaktır ve yargı günü denen bu değilse nedir?”[1] O zaman Alevilik üzerine yargı yetimiz ne âlemde, bu kitaptan doğru bir bakalım.

Aleviliği ‘Bir’e Tamamlamak!

Kitabın ilk bölümü ‘Ön Rapor’dan Nihai Rapora Alevi Çalıştayları’ adı altında, açılım süreci içerisinde, devletle Aleviler arasında nasıl bir diyalog kurulduğunu, müzakerelerin hangi doğrultuda işlediğini inceliyor, ‘diyalog’ ve ‘müzakere’ kavramlarına mesafede durarak. Yazarlar, ‘açılım’ veya ‘süreç’ gibi son dönem siyasi moda akımlarının, aslında tam da liberal ideolojinin son dönemlerde kutsallaştırdığı bir siyaset yapma tarzı olduğunu iddia ediyorlar. Tüm bunlar da elbette ‘kardeşlik’ kisvesi adı altında yapılıyor. Ancak, diyalog, çağrıyı yapan devlet ve çağrılan ‘öteki’den menkul olduğundan, hâlihazırda var olan ‘öteki’lik ya da ayrı, yabancı olma durumları pekiştirilmiş oluyor; iki taraf arasındaki yarılma artık mutlak olarak varlığını sürdürüyor. Çünkü bu çağrı, devlet kendini merkez olarak ilan ettiğinden, tamamen ideolojik bir yapı sergiliyor. Devlet, diyalog içerisinde diyalogun taraflarından biri olmaktan ziyade, tam bir demagog havasıyla siyasetini sürdürüyor; tek derdi yığınları ikna etmek olan bir demagog. Bunun için de, sorunun kendisini de, karşısındaki muhatabını da kendi belirliyor. Örneğin, Alevilerin yıllardır mücadelesini verdiği meseleler –zorunlu din dersleri, Cemevleri, Diyanet İşleri Bakanlığı, Madımak Oteli’nin müze yapılması- sadece Alevilerin kendi kuruntularıymış, kendi dertleriymiş gibi, Aleviler karşı yönde ikna edilmeye çalışılıyor; sanki devlet bu işlerin dibinde kıyısında değilmiş gibi. Zaten masanın öbür tarafında devlet değil de, Sünniler oturuyor ve sorunu Alevilik ile Sünnilik arasındaki dinsel ve sosyolojik bir meseleye indirgeyerek, asıl aktör olan devlet toplantıdan gizlice sıvışmaya bakıyor. Neden muhatabın Sünniler olduğuna tek bir yanıt verebiliyor yazarlar: Alevilerin taleplerinin bir sınırı var; o sınır da hâkim inanç grubunun çıkarlarından başkası değil.

Sorunun yeniden inşasından sonra, sorunun tarafları da yeniden inşa ediliyor. Dediğimiz gibi, Sünniler masaya çoktan davet edildi. Ama zorunlu din dersinin kaldırılması talebi yönündeki tartışmaya, Aleviler, örgütleri nezdinde hiçbir zaman çağrılmadı. Tüm bu meseleler, elbette ki, Sünni teologlara emanet edildi. İşin vahimi, Aleviler de bu yeniden inşaya boyun eğmek zorunda kaldılar ve ön raporda da belirtildiği gibi, Alevilerin artık kendilerini net bir şekilde tanımlama zamanları geldi; çünkü devlet bu çoğullukla baş edemiyor. Farklı Alevi gruplarının söyleyeceği tek tek ve dolayısıyla çeşitli şeylerden ziyade, tek bir anlatı işleri oldukça kolaylaştıracak gibi görünüyor. Çünkü tanımladıktan sonra, tahakküm altına almak daha kolay gibi görünüyor. Bu sayede devlet, ilk iş tanımlamayı başardıktan sonra, kendi kontrolü altında Aleviliği yeniden yapılandırmayı hedefliyor; hem de zamanında Sünnilik üzerinde tatbik ettiği gibi: kurumsallaştırarak.

Sonuç olarak, Alevilerin farklılıkları, aslında bir çeşitlilik bu yanıyla da çok değerli bir şey olarak görülmesi gerekirken, devlet onu ‘bir’e tamamlamak istiyor ve kendi aklının ve makuliyet alanının dışında olan her şeye yaptığı gibi, Aleviliği ‘marjinallik’, ‘belirsizlik’ ve ‘sapkınlık’ la itham ediyor. Öncelikle İslam dini altında kabul görmeyen Alevilik, daha sonrasında Türk-Sünni devlet tarafından kurumsallaştırılarak Müslümanlık çatısı altında tekrar kurulmaya çalışılıyor. Bu durumda, hangi tarafın ‘belirsiz’ olduğunu düşünmekten başka çare kalmıyor.

Alevilerin Talepleri Talep midir?

Kitabın ikinci bölümüne geçmeden Nihai Rapor’un ve raportörün belirttiği tüm şeyleri toptan reddettiklerini belirtiyor yazarlar. Bu noktadan sonra Alevilerin bugüne kadar ne talep ettiklerini, bu talepler karşısında nasıl bir tutumla karşılaştıklarını zaman zaman tarihsel ve politik, zaman zaman da teolojik bir anlatıyla tartışmaya açıyorlar. Alevilerin, en önemli taleplerinden birisi, Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kaldırılması. Bu talebin ardında da sadece kendi ‘çıkarları’ yok; böylesine bir kurumun ülkedeki bütün dinleri belli bir denetime tabii tuttuğunu, Sünnilerin de bu hegemonyadan kurtulmaları gerektiğini belirtiyorlar. Elbette ki bu talep devletin belirlediği ‘makuliyet alanı’ içerisindeki alana denk düşmüyor; tamamıyla bu alanın dışında ve tartışmaya gerek hatta izin bile yok.

Devamında, zorunlu din derslerinin kaldırılması talebi meselesi geliyor. Bu dersin, her ne kadar ‘Din Kültürü’ olarak adlandırılmış olursa olsun; pratikte tam bir ‘din eğitimi’ dersi olarak işlev gördüğüne dikkat çekiliyor. Tabii ki Sünniliğin hegemonyasında bir din eğitimi. Cemevlerine ibadethane statüsü tanınması talebi de, devlet tarafından yine otoriter ve ‘Ben bilirim’ tavrıyla bastırılıyor ve camii ile cemevinin aynı statüde olması, en başından beri süregelen ‘birlik ve beraberlik’ ve ‘eşitlik’ algısına ters düştüğü için her daim reddediliyor. Bununla birlikte, Hacı Bektaş Dergâhı’nın iadesi talebi, Madımak Oteli’nin utanç müzesine dönüştürülmesi talebi, YGS’de sorulan sekiz adet Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi sorularının niteliği ve hizmet ettiği amaç, Dersim ve Dersim Kızılbaşlarıyla ilgili sorunlar ve talepler, okullardaki ve kamu kuruluşlarındaki ayrımcılığa karşı çeşitli talepler tüm inceliklerine kadar irdeleniyor. Alevilerin taleplerine dair çok geniş bir anlatıyla meseleyi gözler önüne seriyor.

Yazarlar, kitabın başından beri Alevi sorununun politik bir mesele olduğunu ve verilecek mücadelenin de tamamen politik olduğunu savunmakla beraber; kitabın son kısımlarında az da olsa teolojik denebilecek bir tartışma yürütüyorlar. Asıl meselenin bu olmadığı aşikar; ancak karşı tarafın yanlış olan ya da ideolojik olan Alevilik algısını yıkmak için; Alevilerin kim oldukları ve ne talep ettiklerinden ziyade, Aleviliğin ‘ne’ olduğuna da değinmek gerekebiliyor. Bu anlamda, bu teolojik tartışma, Alevilikle bizi daha yakına getiriyor ve belki de en baştan tanıştırıyor.

Sonuç: Özgürlüğe Yer Var mı?

Hem devletin Çalıştaylar süresindeki tutumuna bir cevap, belki de bir başkaldırı olarak okunabilecek bu kitap, Alevi sorunu üzerine pek çok konuda daha önce düşünmediğimiz, bilmediğimiz bakış açılarını da gözler önüne seriyor. Bu başkaldırı, Çalıştayların ve raporun reddiyesinden kaynaklanıyor aslında. Bu tüm kapıları kapatan ve dolayısıyla Alevileri de –devletin tabiriyle- ‘kendi sorunları’ ile başbaşa bırakan bir reddiye değil. Evet, Nihai Rapor ve Çalıştaylar sürecinde Alevileri İslam çatısı altında denetim altına almaya çalışan tutum, toptan reddediliyor; ancak, bu Alevileri örgütlemeye, daha doğrusu nerede duracaklarını göstermeye yönelik bir tutum. Yazarlar, ‘Biz Aleviler’ olarak diye söze başlarken, devleti ve onun kurucu metni anayasayı tartışmaya her zaman hazır olduklarının altını çiziyorlar. Kamusal ve siyasal alandan çekilmediklerini ve raportörün iddia ettiği gibi, Aleviliğin ‘giderek kendini sorunsallaştıran bir olgu’ olmasından ziyade gayet de toplumsal bir gerçekliğe tekabül ettiğini herkese göstermeye hazır olduklarını söylüyorlar.

Diyalog adı altında tarafları bir tartışmadan ziyade, bir yükümlülüğe, bir zorunluluğa sevk eden devlet ve daha doğrusu hükümet, Alevi sorununa bir milat biçtiğini iddia ederken, yazarlarımız uyarıyor: Milattan söz eden çarmıhını yanında taşımalı. Devlet bu yüzleşmeye hazır mı, onu bilmiyoruz. Çarmıhını yanında taşımasa, taşıyamasa bile en azından bu diyalog çağrılarında özgürlüğe de yer verse belki birkaç olumlu adım atılabilir. Fransa, Naziler tarafından işgal edildiği dört yıl boyunca, Fransız aydınlar da birer direnişçi, birer meydan okuyucu haline geldiler, uzun bir aradan sonra. Bu aydınlardan biri, şöyle tanımlıyordu hareketi: “Birlikte yediğimiz her yemeğe özgürlük de çağrılıdır. İskemle boş kalır ama o yer her zaman ayrılır.”[2] İşte, ‘süreç’ ve ‘diyalog’ adını verdiğimiz şey, tam da böyle bir mantıkla ilerlemeye başladığı zaman bir anlama kavuşacaktır. Sonunda ne olacağını hiç kimse öngöremez, çünkü süreç tam da böyle bir şeydir; önceden belirlenmediyse eğer. Özgürlük ancak böyle bir koşulda, herhangi bir akşam masadaki yerini alabilir.


[1] Arendt, H. ‘Hakikat/Doğruluk ve Siyaset’, Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, 2012, s.317.
[2] Arendt, H. ‘Geçmişle Gelecek Arasındaki Uçurum’, Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, 2012, s.13.

0 yorum:

Yorum Gönder