Militarizmin Görünmez Ayrıcalığı (Nurseli Yeşim SÜNBÜLOĞLU ile Söyleşi: Burak Özçetin)

Militarizmi merkeze alan sayımızda konuyla ilgili en kapsamlı çalışmalardan birine –Erkek Millet Asker Millet (2013, İletişim)– imza atan Nurseli Yeşim Sünbüloğlu ile bir söyleşi yaptık.

Kitabın adından başlayalım istersen. “Erkek Millet Asker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkek(lik)ler”. Buradaki “ve” tesadüfi bir yan yana gelmekten ziyade köklü bir rabıtayı anlatıyor sanırım?

Kesinlikle. Kitabın temelini oluşturan bu üç kavramın birbirine ne denli bağlı olduğunu anlamak için “Egemen bir erkeklik anlayışına dayanmasaydı militarizm meşruiyetini nasıl kurardı?” ya da “Militarist idealleri benimsemek ve militarist pratikleri gerçekleştirmek erkeklere hangi ayrıcalıkları sağlıyor?” gibi soruların cevaplarını düşünmemiz yeterli. Üstelik bu üçlü birbirini hayatın çok farklı alanlarında besliyor ve bu faaliyet her alanda aynı derecede göze çarpmayabiliyor. Militarizm, milliyetçilik ve normatif erkeklik bu topraklarda hegemonik bir konuma sahipler ve hegemonik olmak zaten öncelikle doğallaştırılmış hale gelmek, dolayısıyla da “görünmez” olmak demek. Bize düşen iş de, bu alanları tek tek irdeleyip gün yüzüne çıkarmak. Kitapta yer alan makalelerin bu anlamda önemli bir katkı sağladığını düşünüyorum. Tanıl Bora, Arus Yumul ve Nazan Üstündağ’ın katkıları olan makaleler sırasıyla futbol, mizah ve beden-şiddet-direniş konuları bağlamında erkekliğin ve cinselliğin milliyetçi militarist kodlar aracılığıyla hangi şekillerde düzenlendiğini irdeliyor. Tahmin edileceği üzere, askerlikle doğrudan ve dolaylı ilişkili kavramlar ve deneyimler derlemede önemli bir odak noktası. Ayşe Gül Altınay, Ömer Turan ve Barış Çoban’ın makaleleri doğrudan kışla deneyimi üzerine. Altınay’ın makalesi disipline edici bir pratik olarak zorunlu askerliğe ve bu pratiğin eğitimle ilişkisine dair kapsamlı bir bakış niteliğinde. Turan’ın makalesi çatışma bölgesi dışındaki zorunlu askerlik deneyimlerine odaklanarak kışlanın ne derece ideolojik bir mekan olarak ele alınabileceği sorusuna yanıt arıyor. Çoban ise kışladaki iktidar işleyişini, “gösteri iktidarı” kavramı üzerinden bir okumaya tabi tutuyor. Derlemede yine zorunlu askerliği merkeze alarak militarist ideolojinin çeperinde konumlandırılmış grupların deneyimlerini irdeleyen makaleler de bulunuyor. Bu irdelemeyi Senem Kaptan asker anneleri, Alp Biricik erkek eşcinseller, Can Açıksöz ve ben de Güneydoğu gazileri üzerinden gerçekleştiriyoruz. Meselenin tarihsel boyutunu da ihmal etmiş değiliz. Yaşar Tolga Cora Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı dönemlerinde beden terbiyesi ve ulus-devletin ideal erkek kurgusunu, Güven Gürkan Öztan ise ordu-millet mitinin milli kimlik yaratma sürecindeki kritik rolünü inceliyorlar. Tebessüm Öztan ve Şafak Aykaç’ın makaleleri sırasıyla Kore Savaşı dönemi militarizminin sinemaya yansımasını ve 1990’larda şehitlik fenomeninin yükselişini ele alıyor. Bu tarihsel izlekteki son noktayı Murat Belge’nin 2010 yılında gündeme gelen profesyonel ordu sistemine geçişin mümkün olup olmadığına yanıt arayan makalesi koyuyor.   
  
Kitabın ve giriş yazısının temel iddiası militarizmin askeri alanla sınırlı olmadığı, aksine askeri ile sivil arasındaki sınırların silinmesi ya da bulanıklaşması anlamına geldiği. Bu bulanıklaşmayı günümüzde en çok hayatın hangi alanlarında gözlemliyoruz?

Biliyorsun, militarizm en basit tanımlamayla askerî değerlerin yüceltilmesi ve bu değerlerin sivil hayatın düzenlenmesinde önemli bir yere sahip olması demek. Bu tanımlamadan yola çıkarak zorunlu askerliğin ve onu teşvik eden söylemlerin militarizmin temel direği olduğunu görebiliyoruz. Militarizmi aynı zamanda askerî-sivil ayrımının bulanıklaşması olarak düşünmek ise gündelik hayata biraz daha yakından bakmayı gerektiriyor. Birkaç gün önce sosyal medyada rastladığım bir ilan buna iyi bir örnek bence. Bahsettiğim, bir evcil hayvanı sahiplendirme ilanı, dolayısıyla militarizmle doğrudan hiçbir ilgisi yok – ta ki “askerliğini yapmamış olanlara sahiplendirme yapılmayacaktır” notuyla karşılaşana kadar! Başka bir açıklama yapılmadığı için ilan sahibinin askerliğe yüklediği anlamlarla ilgili ancak tahminde bulunabiliyoruz. Türkiyelilerin askerliğe yükledikleri anlamlarla ilgili daha fazla araştırmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Elbette bu konuda çok kıymetli çalışmalar var; aklıma ilk olarak Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabı geliyor mesela. Senem Kaptan’ın derlemede yer alan çalışması da bir başka örnek. Ayrıca halihazırda Kürt erkeklerinin kışla deneyimlerine dair bir çalışma yapıldığını biliyorum. Toplumun içindeki farklı grupların askerliği nasıl algıladıklarını ve doğrudan ya da dolaylı nasıl deneyimlediklerini daha çok örnek üzerinden bilirsek Türkiye’de militarizmin haritasını daha gerçeğe yakın çıkarma şansımız olur. Oysa halkın askerlikle ve askerlerle ilgili ne “düşündüğünü” biz en çok sivil ve askerî iktidarın ağzından duyuyoruz. Askerliğin bu denli yüceltildiği bir memlekette profesyonel orduya başvuru neden bu kadar az ya da neden muazzam sayıda asker kaçağı var sorularını göz ardı etmemek gerekiyor .  
        
Militarizmin bu topraklara ve insanlarına böylesine nüfuz etmesinin temel sebepleri nelerdir sence?

En başta zorunlu askerlik. Askerlik her şeyden önce toplumun içindeki politik, ekonomik, etnik, topumsal cinsiyete dair hiyerarşileri toplumun bir yarısına iyice belletme amacı güden bir pratik. Zorunlu askerin kendiden kudretli olanlara boyun eğmeyi öğrenmesi karşılığında özellikle toplumsal cinsiyet üzerinden iktidardan pay almasına dayalı bir pratikten bahsediyoruz burada. Bu yönüyle diğer kurumların, mesela eğitim sisteminin, temel amaçlarıyla örtüştüğü çok nokta var. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak hepimiz her an devletin dirliği ve düzenliğine hizmete çağrılmaya alışığız zaten. Dolayısıyla hala bir ölçüde geçerliliği olan feda kültürü militarizmin varlığını sürdürmesi için elverişli bir zemin oluşturuyor. Yalnız son dönemde özellikle orta sınıflar nezdinde feda kültürünün etkisinin zayıflamaya başladığı gözleminin yapıldığını da belirtmek gerek. Bu da askerlik yükümlülüğünün giderek daha fazla alt sınıflarla ilişkilendirilmesi sonucunu doğuruyor. Militarizmi besleyen bir diğer etken de askerliğin romantize edilmesi. Güneydoğu gazileriyle yaptığım mülakatlarda zaman zaman karşıma çıkan bir ifade, “Askerlik bize oyun gibi geliyordu”. Burada toplumun şiddetle ilişkisinin askerlik algısını şekillendirdiğini söylemek mümkün. Şiddet ve fiziksel güç uygulamanın yüceltildiği bir toplumda askerliğin silaha erişim ayrıcalığı olarak da algılanıyor olmasına şaşırmamak gerek.     
        
Kitaptaki yazılarda militarizmin daha ziyade resmi ideoloji ve sağ siyasal ideolojiler ile bağlantısına değinilmiş. Bu tercihin sebebini sorayım ilk olarak. İkinci olarak solun militarizmle imtihanı hakkında neler söyleyebilirsin?

Militarizmi sağ ideolojiler çerçeveside ele almanın çok bilinçli bir tercih olmadığını itiraf edeyim. Sol ve militarizm ilişkisine bakmamış olamayı kitabın önemli bir eksiği olarak not etmiş olalım. Behice Boran başkanlığındaki Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Kore Savaşı’na karşı çıkması gibi yüz akı örnekler olmakla birlikte biraz önce tarif etmeye çalıştığım iklimden solun etkilenmemiş olması elbette düşünülemez. Solun militarizmle ilgili tarihsel tutumunu analiz etmek de şüphesiz çok önemli ama benim esas dikkatimi çeken, bu kadar yoğun militarizm ve askerî vesayet tartışmalarının yapıldığı bir dönemde yaygın diyebileceğimiz bir sıklıkta kullanılan “Gezi şehidi” tanımlaması. Bu tanımı kullandığına çok şaşırdığım sol tandanslı kişiler oldu. Muhtemelen üstüne fazla düşünmeden kullanılıyor ama önemli olan tam da bu zaten. Gezi direnişi ve onu takip eden süreçte devletin büyük bir aymazlıkla insanları öldürmesinin kahrediciliğini ve yitirilen canların kıymetini ifade etmenin tek yolunu hala “şehitlik” kavramında buluyorsak, onca tartışmaya rağmen militarizm capcanlı varlığını sürdürüyor demektir. Ya da biz militarizm tartıştığımızı zannederken aslında tartışmalarımız çoğunlukla Silahlı Kuvvetlerin siyasetteki rolü ile sınırlı kalmış demektir.   
    
Son on yılın gözde konularından biri askeri vesayetin ve militarizmin geriletilmesi ve sivilleşme iddiası. Bu konuda neler söyleyebilirsin? Değişen ve süreklilik arz eden şeyler neler?

Bu ülkede militarizmi tartışmak uzun sürecek netameli bir süreçten geçmek demek. Askerlikle ve askerlerle ilgili varsayımlarımızla yüzleşmek, militarizmin şekillendirdiği değer yargılarımızın yerine yenilerini koymak demek. Elbette askerî vesayetin geriletilmiş olması bu yüzleşme sürecini kolaylaştıracak bir gelişme. Ancak biliyoruz ki, sona erdirilmesi gereken askerî vesayetin çerçevesi Silahlı Kuvvetler ve AKP ilişkisi üzerinden çizildi ve bunun dışına taşmaması için azami çaba gösterildi. Bunun için Ergenekon davası sürecine bakmak yeterli. Bu dava esas yapması gereken şeyi, yani askerlerin Kürtlere karşı işledikleri suçları yargılama işini yapmadı. Kürt mağdurların davaya müdahilliği kabul edilmedi. Dolayısıyla devlet sürecin en başında özellikle 1990’lı yıllarda yürürlükte olan askerî çözümün meşruiyetini tartışmaya açmaya niyetli ve istekli olmadığını göstermiş oldu. Nitekim geldiğimiz nokta Roboski katliamı oldu. Ahmet İnsel’in zamanında dikkat çektiği gibi, Roboski ile birlikte iktidar partisi ve Silahlı Kuvvetler aynı iktidar bloğunun içinde yerlerini almış oldular. Bu durum ortada dururken askerî vesayet ve militarizm tartışmalarının iddia edildiği kadar etkili olduğunu düşünmek pek mümkün görünmüyor. Ancak şunu da atlamamak gerek: Asker Hakları İnisiyatifi’nin çabalarıyla dolaşıma giren “asker hakkı” kavramının, yani askerliğin etrafındaki kutsallık halesinin zayıflamasının ve kötü muamelenin askerliğin doğal bir parçası sayılmasının sorunsallaştırılmasının görünürlük kazanması ve toplumsal ve siyasi kabul görmesi askerî vesayetin güçlü olduğu bir ortamda mümkün olmazdı.   
   
Kitabın özgün katkılarından biri erkeklik hallerini ve hegemonik erkeklik söylemini irdelemesi. Görece yeni bir çalışma alanı. Erkeklik hallerini çalışmak neden önemli?

Toplumdaki birçok eşitsizlik normatif cinsiyet pratikleri ve söylemleri ile bağlantılı. İktidar ilişkilerini temeline alan her çalışma alanında önceliğin görece güçsüz kesimlere verildiğini görüyoruz, ki bu çok anlaşılır bir tercih. Özerk bir disiplin olarak erkeklik çalışmaları da uzun bir kadın çalışmaları/feminist araştırma geçmişini takiben ancak 1990’larda ortaya çıkıyor ve hegemonik erkeklik de bu disiplinin ürettiği en etkili kavram. Hegemonik erkeklik temelde, kadın/erkek kategorik yaklaşımının tüm erkekleri erk sahibi olarak kodlamasına karşı çıkan ve erkeklerin erkeklik iktidarıyla farklı ve eşitsiz şekillerde ilişkilendiklerini savunan bir kavram. Dolayısıyla bu teorik yaklaşım eril iktidarın hangi koşullarda sürdürüldüğü, bu iktidarın sürmesi için kadınlardan ve erkeklerden hangi yollarla rıza devşirildiği, özne- eril iktidar ilişkisinin çelişkileri ve kırılganlıkları gibi konuların incelikli analizine olanak sağlıyor. Türkiye’de oldukça yeni sayılabilecek bir çalışma alanı olmasına rağmen erkekliğin çeşitli veçhelerini konu alan giderek artan sayıda nitelikli çalışma yapılması sevindirici. Eylül ayında düzenleyeceğimiz 1. Uluslararası Erkekler ve Erkeklikler Konferansı’na tahminimizin üstünde bir sayıda başvuru gelmesi de Türkiye’de bu alana artan ilginin kanıtı. Bu konferansta erkekleri ve erkeklikleri yeni toplumsal hareketler, militarizm, beden ve cinsellik gibi birçok farklı konu bağlamında tartışmaya açacağız. Bu vesileyle konuyla ilgili herkesi 11-13 Eylül’de İzmir’e davet etmiş olalım. Konferansla ilgili ayrıntılı bilgi için internet adresi, http://icsmsymposium.org.

ERKEK MİLLET ASKER MİLLET, Der. Nurseli Yeşim Sinbüloğlu, İletişim Yayınları, 2013.
     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder